Düşmek

4h3d-j9n

Kadının ters bir S’yi andıran duruşu, kollarının gergin hali, evin verandasındaki devrik tabure ve fotoğraftan yayılan çaresizlik…Her şey kadının düştüğünü ispat etmeye çalışıyor gibi.

Evden hızla fırladı, tabureyi devirdi, koşar adım uzaklaşmaya başladı ve düştü. Belki ıslaklığını hala kaybetmemiş çamurumsu toprakta ayağı kaydı, belki de göremediğimiz, eteğinin örttüğü bir şeye takıldı.

Buraya kadar nerede ise bir komedi filminden bile bahsediyor olabiliriz. Çünkü düşene herkes güler. Kahramanlarının düşmediği bir komedi filmi yok gibidir. Sokakta önümüzde birisi düşerse güleriz. Ayıp olduğunu, yanlış olduğunu düşünsek bile güleriz. İnsaniyetten bir parça nasibimizi almışsak, düşeni kaldırmak için elimizi uzatırken diğer elimizi de ağzımıza götürürüz, güldüğümüz anlaşılmasın diye.

Ya düşen? Ola ki düşmekle bir yeri acıdıysa bile, acısını unutur çünkü gülen gözlerin üzerinde olduğunu bilir. O da zamanında düşen birilerine gülmüştür. Belli etmez acısını, sıkıntısını. Gülenlere kızsa daha da kötü duruma düşeceğini düşünür, sahte bir gülümseme ile kendisine gülenlere katılır. Üzerinde bakan gözler olduğu sürece insanın düşme özgürlüğü bile yoktur.

Bu kadında gözümüzün önünde olduğuna göre düşme özgürlüğüne sahip değil. O da yerinden kalkmalı ama fotoğrafa girip bu kadını yerinden kaldırma imkânımız yok. Bir an önce kalkmasını bekliyoruz.

Her şey bildiğimizi sandığımız gibi gözükse de tek bir eksiğimiz var, yüzünü görmüyoruz. Ya çoğu düşen insan gibi kadın gülmüyor da ağlıyorsa? Gergin kolları kalkmak için değil dünyaya dayanmak için gerilmişse, gücü tükenmişse?

Gülüp de sahte bir el uzatmaktansa, bırakalım yerde kalsın. Bazen düştüğünde insan orada kalmak ister. Düşmek her zaman kaybetmek değil bazen nefes almaya fırsattır. Sadece irtifanızı azaltır, bir nefes molası açarsınız yaşamaya.

Kalkmak isteyen nasıl olsa kendisi kalkar. Gülerek ya da ağlayarak fark etmez. Zamanı gelince kalkar, yeter ki gülen gözlerimizle nefes molasına karışmayalım. O yüzden iyisi mi karenin devamını beklemekten vazgeçin. Kafanızı başka bir yöne çevirin ve düşen kadını rahat bırakın…

(Fotoğraf Sevgili Güzin Tekeş’in önerisi ile Forest Gump filminden alınmıştır)

Şekerli Kahve

şekerli kahve

Küp şekeri tuttuğum başparmağımın ucunun kahvenin içinde olduğunu, garsonun sesiyle irkilince fark ettim.
“İsterseniz size toz şeker getireyim. Böyle küp şeker ile zor olur.”

Parmağıma baktım. Yana yana ucu nasır tuttuğu için yandığını fark etmediğim gibi yarım şekerden de fazlasını eritmiştim.

“Yok, böyle daha iyi. Hem istediğim kadarını eritebiliyorum hem de şekerin erimesini izlemeyi seviyorum. Sadece bugün biraz yorgunum, dalmışım”.

Garson, hiçbir şey söylemeden peçete uzattı. Elimi silerken, garip göründüğümü düşünerek, açıklamaya devam ettim.

“Doktor şekeri, kahveyi ve sigarayı bırakmamı, olmuyorsa da azaltmamı istedi. Ben de kesme şeker koyuyorum. Böyle yavaş yavaş eriyince çok koymuşum gibi hissediyorum, iyi oluyor.”

Garson, bu seferde  tezgâhın üzerine bıraktığım, içinde iki tane kalmış sigara paketine göz attı.

“Sadece şekeri azaltabildim. Azalttım dediğim de kahve başına yarım şeker az atıyorum, o kadar.“

Söylediklerim ile yaptıklarım birbirini tutmuyordu. Kendini açıklayamamanın sıkıntısı ile sandalyede kıpırdanırken, tezgâhın sağına – soluna baktım. Doktorum bir anda ortaya çıkıp, “Seni sahtekâr” diye bağıracak gibi geliyordu.

Sıkıntım giderek artıyordu. Doktoruma yakalanma ihtimalini en aza indirmek için kahvemi alıp kendimi dışarı atmalıydım, rahatça sigaramı da içerdim. Fincana elimi uzattığımda garsonun tezgahın üzerine koyduğu kül tablasını gördüm.

“Burada sigara içiliyor mu?”

“Sabahın bu saatinde pek gelen giden olmuyor. Kimse olmayınca bazen ben de gizlice burada içiyorum. Camları açar havalandırırım sonra.”

Bir an önce dışarı çıkacağımı düşündüğüm için ucunda oturduğum sandalyeye iyice yerleşip, arkama yaslandım. İki sigaradan birini alıp yaktım, ilk nefeste nerede ise üçte birini içime çekerken, ciğerlerimden sırtıma doğru bir rahatlamanın yayıldığını hissettim. Başımı arkaya atıp tavana doğru üflediğim dumanı izlerken, doktorumu düşündüm. Şimdi çıkıp gelse, “Sana ne lan içtiğim sigaradan, kahveden, şekerden” diyecek kadar rahattım.

Artık her şeyimle kahvemin ilk yudumuna hazırdım ama kahvem yerinde yoktu. Kafamı çevirdim, fincan garsonun elindeydi.

“Çok konuştuk. Soğumuştur diye yenisini getirdim.”

Kahvemle birlikte içinde toz şeker olan metal kabı da tezgâhta önüme koyarken, gülümsedi.

“Bu seferlik istediğiniz kadar koyun. Kimseye söylemem.”

Hiç düşünmeden tepeleme iki kaşık toz şekeri kahveme boca ederken, bir yandan da suç ortağımın tezgahın diğer yanına gitmesini izliyordum. Şekerli sıcaklığın boğazımdan mideme kadar izlediği yolun her milimetresini  takip ederken,  pakette kalan son sigarayı da suç ortağıma ikram etmeye karar verdim. Doktorum, sigarayı kahveyi şekeri azaltmamı istemişti, “Kimseyle birlikte sigara içme” dememişti ki…

“Benimle bir sigara içer misiniz? Ben de burada sigara içtiğimizi kimseye söylemem.”

NOT: Fotoğraf,  Krzysztof Kieślowski’nin  Üç Renk: Mavi (Trois Couleurs: Bleu) filminden alınmıştır. Film kareleri üzerine de yazmamı ve bu fotoğrafı öneren Güzin Tekeş’e sonsuz teşekkürlerimle…

1+8, sınırlar ve dil

1+8

Dikdörtgen, uzun ve karanlık bir salon. Her duvarda ilk bakışta hangi sıralama ile yerleştirildiği anlaşılamayan 8 projeksiyonun görüntüsü. Her birinde eş zamanlı olarak oynayan filmler. Karanlık bir odada komşularınız ile çerçevelenmiş iken, sınırların hem berisini hem ötesini izlemenin çarpıcı deneyimi…

Bu şekilde anlatması biraz zor olmuş olabilir. Ama gerçekten izleyeni hemen kavrayıp ardından boş bir çuval gibi o sınırdan diğerine savuran bir enstalasyon olan 1+8”in yaşattığı görsel yolculuğu ve sınırlara ulaştıran zihinsel deneyimi kelimelere dökebilmek son derece güç. Salt Galata’daki 1+8”, Türkiye ve sekiz komşusu üzerine Cynthia Madansky ve Angelika Brudniak tarafından çekilmiş aynı adlı belgesel filmin sekiz ekranlı bir video enstalâsyonundan oluşuyor. Her bir ekranda Bulgaristan, Ermenistan, Gürcistan, Irak, İran, Nahçıvan, Suriye ve Yunanistan sınırlarının iki tarafında yaşayan insanların hayatlardan kesitler sunuluyor. Sadece bir ekrandaki görüntülerde röportaj duyulabilirken, diğer ekranlardaki görüntüler sessizce akmaya devam ediyor. Bu çarpıcı eseri hazırlayan Cynthia Madansky ve Angelika Brudniak, proje bildirisinde amaçlarını şöyle anlatıyorlar:

“1+8  filminin yapımı bizi derinden etkileyen bir deneyim oldu. Neredeyse iki yıl boyunca seyahat ederek dokuz ülkede, birbirinden çok farklı 16 bölgede çekim yaptık. Sınırlarda yaşayan yüzlerce kişiyle tanıştık; nadiren görülen, duyulan bu insanları görüntüledik. 131 dakikalık film, topladığımız ses ve video malzemesinin ancak küçük bir bölümünü içeriyor.

Projenin başından itibaren 1+8’in video enstalasyonunu yapma fikri bizi heyecanlandırıyordu. Çünkü çok ekranlı projeksiyon formatı, eşzamanlılık ve birbirine bağlılık deneyimini mükemmel bir biçimde sağlıyor. Bu formatta hazırlanan 1+8, izleyiciyi sekiz ayrı sınırın her iki tarafındaki hayatlar üzerine düşünmeye davet ediyor.

Enstalasyonun özneleri sınır insanları; bireysel portreler ve kişisel karşılaşmalar… Bu, ülkelerinin sınırında yaşayanları birleştiren ve ayıran unsurları ortaya çıkarıyor. 1+8 ayrıca, kimlik, aidiyet ve hayali bir topluluk olarak ulus kavramlarını sorguluyor.”

Madansky ve Brudniak’in amaçlarına kolayca ulaştığını söylemeliyim.  Karanlık salona girdiğiniz andan itibaren Türkiye’nin içinde kayboluyorsunuz. Tek bildiğiniz Türkiye’desiniz ama neresinde? Hangi sınırda? Gürcistan sınırındaki Hopa’da mı, Bulgaristan sınırındaki Armutveren’de mi, Suriye Sınırı’ndaki Nusaybin de misiniz?

Salonun ortasında karanlıkta ayakta dururken birden Gürcistan Sınırı’ndaki Hopa’da tezgahtar bir kızın kah utanıp kah gülerek, “Gürcistan’dan gelenler aslında iyi insanlar. Ama burada başka bazı şeyler yapmak zorunda kalıyorlar. Bu da onları kötü gösteriyor” demesini izlerken, tam arkanızdan bilmediğiniz bir dilden sesler geldiğini duyup arkanızı dönünce, Yunanistan sınırındaki Amoria’dan 35 -40 yaşlarındaki bir adamın çocuğunun geleceği ile ilgili sıkıntılarını anlattığını altyazıdan anlıyorsunuz.

İşte o zaman projeksiyonların da rastgele yerleştirilmediği de anlaşılıyor. Salona girer girmez solunuzdaki duvarda Yunanistan, onun birleştiği uzun duvarın yakın köşesinde Bulgaristan ve aynı uzun duvarın diğer kıyısında Gürcistan, karşısındaki kısa duvarda yan yana Ermenistan ve Nahçıvan, diğer uzun duvarda da İran, Irak ve Suriye Sınırları. Yani dikdörtgen bir ülke olan Türkiye’nin sınırları yine dikdörtgen salonun duvarlarına haritadaki konumlarına göre yerleştirilmiş, adeta harita canlandırılmış.

Haritanın içinde sınırlarını izleyerek dört dönüyor izleyen. Bir sınırın berisinden bir ötesinden röportajları dinlerken en çarpıcı olan sadece bir videonun sesini duyduğunuz anda diğer 7 ekranda da sessizce filmlerin akmaya devam etmesi. Yani siz bir sınıra odaklandığınız anda diğer sınırlarda da hayat akmaya devam ediyor. Sergi tanıtımında söylendiği gibi sadece afet ve kriz zamanlarında hatırlanan bu insanların biz baksak da biz bakmasak da hayatları sürüyor. Tıpkı onların bize baktığında hayatlarımızın akıp gittiğini gördüğümüz gibi.

Anlatılanların bazıları bildiğiniz daha doğrusu bildiğinizi sandığınız hikayeler. Sınırda kaçakçılık, kuzey komşularında fuhuş, mültecilerin dramları, geçim sıkıntıları… Ama dinledikçe bildiklerinizden çok farklı hayatlar olduğunu gördüğünüz gibi bir süre sonra neresi sınırın Türkiye tarafı neresi öteki tarafı onu karıştırmaya da başlıyorsunuz. Hele ki sessiz akan videolardan birisi ise yani “Dil” yok ise anlamak giderek zorlaşıyor. Çünkü Ermenistan – Türkiye sınırındaki Armaviz ile Iğdır’da yapılan çekimlerdeki yaşlı teyzenin sesini duymadıkça Türk mü Ermeni mi olduğunu anlamanın imkânı yok. Konuşmaya başlayınca Ermeni olduğunu anlıyorsunuz da yaşadığı büyük geçim sıkıntısını anlatınca hikâyenin sizin de hikayeniz olduğunu duyuyorsunuz. İran veya Irak sınırına baktığınızda ise aynı kahverengi toprakları aynı poşuları görüyorsunuz. Türkiye – Bulgaristan – Yunanistan üçgenindeki insanların hareketleri, jestleri öylesine aynı ki…

Peki bizi ayıran sadece dil mi? Onu da aşanlar var. Türkiye – Suriye sınırının bize göre öte tarafındaki Kamışlı’da küçük Suriyeli kızlar kıskandıracak kadar akıcı Türkçeleri ile konuşurken, Türkçeyi dizilerden öğrendiklerini belirterek, arkadaşlar olarak aralarında gizli konuşmak istedikleri bir şey olursa Türkçeyi kullandıklarını kıkırdayarak anlatıyorlar. Hani biz de çocukluğumuzda kendi aramızda “Kuş dili” konuşurduk ya, onun gibi. Ne farkı var? Ama biz büyüdük ve kuşdilini unuttuk.

Dil bile bizi ayıramıyorsa o zaman anlaşılıyor ki sınırların hepsi bizim kafamızın içinde. “1+8” harita üzerinde birer çizgiden ibaret olan sınırlara can verenin bizim zihniyetimiz olduğunu çok güçlü bir görsel dille anlatıyor.

Aslına bakarsanız dikdörtgen ülkemizde yaşarken komşularımızla olan sınırlara bile gerek kalmadan, bizden olmayan herkesi “Öteki” olarak görüp sınırları çiziyoruz.

“1+8” enstalasyonu sadece Türkiye’nin sınırları, sınır insanları, benzerlikler ve farklılıklar üzerine değil “Süreç”le birlikte ülkenin içindeki sınırlar üzerine de düşündürürken, “Sınırları aşmak için ihtiyacımız olan belki de çocukluğumuzdaki gibi ortak bir dil oluşturmak, kuşdilini hatırlamak” dedirtiyor.

Not: Salt Galata’daki serginin son haftası. 14 Nisan’da sona eriyor. Sınırlar üzerine düşünmek isteyenlere tavsiye olunur.

%d blogcu bunu beğendi: