Şekerli Kahve

şekerli kahve

Küp şekeri tuttuğum başparmağımın ucunun kahvenin içinde olduğunu, garsonun sesiyle irkilince fark ettim.
“İsterseniz size toz şeker getireyim. Böyle küp şeker ile zor olur.”

Parmağıma baktım. Yana yana ucu nasır tuttuğu için yandığını fark etmediğim gibi yarım şekerden de fazlasını eritmiştim.

“Yok, böyle daha iyi. Hem istediğim kadarını eritebiliyorum hem de şekerin erimesini izlemeyi seviyorum. Sadece bugün biraz yorgunum, dalmışım”.

Garson, hiçbir şey söylemeden peçete uzattı. Elimi silerken, garip göründüğümü düşünerek, açıklamaya devam ettim.

“Doktor şekeri, kahveyi ve sigarayı bırakmamı, olmuyorsa da azaltmamı istedi. Ben de kesme şeker koyuyorum. Böyle yavaş yavaş eriyince çok koymuşum gibi hissediyorum, iyi oluyor.”

Garson, bu seferde  tezgâhın üzerine bıraktığım, içinde iki tane kalmış sigara paketine göz attı.

“Sadece şekeri azaltabildim. Azalttım dediğim de kahve başına yarım şeker az atıyorum, o kadar.“

Söylediklerim ile yaptıklarım birbirini tutmuyordu. Kendini açıklayamamanın sıkıntısı ile sandalyede kıpırdanırken, tezgâhın sağına – soluna baktım. Doktorum bir anda ortaya çıkıp, “Seni sahtekâr” diye bağıracak gibi geliyordu.

Sıkıntım giderek artıyordu. Doktoruma yakalanma ihtimalini en aza indirmek için kahvemi alıp kendimi dışarı atmalıydım, rahatça sigaramı da içerdim. Fincana elimi uzattığımda garsonun tezgahın üzerine koyduğu kül tablasını gördüm.

“Burada sigara içiliyor mu?”

“Sabahın bu saatinde pek gelen giden olmuyor. Kimse olmayınca bazen ben de gizlice burada içiyorum. Camları açar havalandırırım sonra.”

Bir an önce dışarı çıkacağımı düşündüğüm için ucunda oturduğum sandalyeye iyice yerleşip, arkama yaslandım. İki sigaradan birini alıp yaktım, ilk nefeste nerede ise üçte birini içime çekerken, ciğerlerimden sırtıma doğru bir rahatlamanın yayıldığını hissettim. Başımı arkaya atıp tavana doğru üflediğim dumanı izlerken, doktorumu düşündüm. Şimdi çıkıp gelse, “Sana ne lan içtiğim sigaradan, kahveden, şekerden” diyecek kadar rahattım.

Artık her şeyimle kahvemin ilk yudumuna hazırdım ama kahvem yerinde yoktu. Kafamı çevirdim, fincan garsonun elindeydi.

“Çok konuştuk. Soğumuştur diye yenisini getirdim.”

Kahvemle birlikte içinde toz şeker olan metal kabı da tezgâhta önüme koyarken, gülümsedi.

“Bu seferlik istediğiniz kadar koyun. Kimseye söylemem.”

Hiç düşünmeden tepeleme iki kaşık toz şekeri kahveme boca ederken, bir yandan da suç ortağımın tezgahın diğer yanına gitmesini izliyordum. Şekerli sıcaklığın boğazımdan mideme kadar izlediği yolun her milimetresini  takip ederken,  pakette kalan son sigarayı da suç ortağıma ikram etmeye karar verdim. Doktorum, sigarayı kahveyi şekeri azaltmamı istemişti, “Kimseyle birlikte sigara içme” dememişti ki…

“Benimle bir sigara içer misiniz? Ben de burada sigara içtiğimizi kimseye söylemem.”

NOT: Fotoğraf,  Krzysztof Kieślowski’nin  Üç Renk: Mavi (Trois Couleurs: Bleu) filminden alınmıştır. Film kareleri üzerine de yazmamı ve bu fotoğrafı öneren Güzin Tekeş’e sonsuz teşekkürlerimle…

Şansını devretmek

milli piyango

Arkasındaki kapalı kepenkler, soğuktan kızarmış kulakları, şapkası, elindeki piyango biletleri, büyük geldiği belli olan paltosu yorgun gözlerinin arkasında fon olmuştu. Caddede değil de başka bir yerde oturuyor gibiydi. Çünkü baktığı yerde ne fotoğraf çeken beni görüyordu ne de önünden geçen kalabalıkları, gördüğü başka bir yerdi. Belki bir dağ başındaydı ya da bir deniz kenarında. Emekliye çok benziyordu ama bir işten değil hayattan emekli olmuş gibiydi.

Yılbaşına sadece iki gün kalmasına rağmen elindeki biletleri bir an önce bitirmek için “Yılbaşı biletleri. Büyük ikramiye size de çıkabilir” diye sokakları çınlatan diğer piyango satıcılarına katılmıyordu. Tüm vitrinleri, sokakları, televizyonları, insanları esir alan yılbaşı deliliğinin içinde susarak korunmaya çalışıyordu.

İki kare fotoğrafını çektikten sonra bir bilet almayı düşündüm. Cüzdanımdaki 3 biletin yanına dördüncüsünü ekleyecektim ki yıllar önce bilet aldığım başka bir piyango satıcısı aklıma geldi. Çekilişe bir – iki saat kala oturduğum kahvenin yanından geçerken, “Son biletler, bu akşam çekiliyor” diye bağırınca kendimce  “ayağıma gelen şansı” geri çevirmemek için bir bilet almıştım. Ben aldıktan sonra bile elinde 10-15 tane daha bilet vardı. “Çekilişe kadar satamazsanız, ne yapıyorsunuz bu biletleri?” diye sorduğumda, “Eh bizde mecburen çekilişe katılıyoruz. Birkaç ufak ikramiye çıksın da elimizde kalanların zararını kurtaralım diye dua ediyoruz” demişti.

Onun da elindeki deste son iki günde zor erir gibiydi üstüne üstlük cebinde, görmediğim çantasında daha da bilet olabilirdi. “Bilet alarak” değil, “Bilet almayarak” bu piyangocuya şans vermek istedim. Nasıl olsa cebimde 3 tane bilet vardı, çıkacağı varsa zaten onlardan birine çıkardı. Belki de elinde kalan biletlerden birisi olacaktı benim çekmediğim, ona büyük bir ikramiye çıkacaktı. O zaman gözlerinin önündeki manzarayı değiştirip, sokağın fonu olmaktan kurtulacaktı.

Benim biletlerime ne mi oldu? Sadece bir tanesine amorti var. Yine çıkmadı ama ilk defa şansın bana gülüp gülmediğinden emin değilim. Umarım şansımı yaşlı piyangocuya devredebilmişimdir.