Gölgesiz ölüm

FAS

Fas’ın Marakeş kentindeki bu mezarlığı gördüğümde aklımdan geçen ilk şey, “Bu kadar büyük bir mezarlığı, bu kadar çok ölümü fotoğraf karesine sığdıramam ki” oldu. Şaşkınlığım çok büyüktü. Gördüğüm ve hatta görebileceğim en uçsuz bucaksız ölüm tarlası ile karşı karşıyaydım.

Okyanus kıyısında bir yamaçta binlerce mezar… Beyaz, çöl sarısı, mavi renkte mezar taşları göz alabildiğine uzanırken bu mezarlığı bildiklerimden daha çarpıcı yapan uçsuz bucaksız gibi gözükmesi değil, bildiğimin aksine gölgesiz bir ölümle karşılaşmamdı.

Benim ülkemde servilerle dolu mezarlıklar ölümü olduğu kadar biraz da huzuru çağrıştırırlar. Mezarlar üzerine vuran uzun servilerin gölgeleri hüzün ve acıyla gelenlere sığınak olur. Gölgeler ölümü gizler.

Aynı dinin ölüme daha güneşli baktığı Fas’ta ise binlerce mezarın üzerinde hiç gölge yok. Güneş bir engelle karşılaşmadan mezarlara vuruyor. Ölüm acısı ile güneşin sıcaklığı birbirine karışırken, gölgesiz ölüm karşısında huzur o kadar uzak ki…

Belki de servilerin gölgesine sığınırken bizim yaptığımız kendimizi kandırmak. Dışarıdan bakanlar için servilerin altında hüzünlü ama huzurlu ve gölgeli bir hava vardır. Ya mezarlığa sonsuza kadar bir sevenini bırakmış olanlar? Onların hayatının üzerine servilerin değil ölümün gölgesi düşer ve o gölge bir daha asla kalkmaz.

Ölümün olduğu yerde ağaç olsa da olmasa da gölge vardır.

Duvardan bağıran bir ölüm

olum

Ölümünün 17. Yıldönümü’nde Metin Göktepe’yi ve “Şüpheli” ölümleri bir kez daha hatırlamak, unutmamak için…

Binalar bazen yavaş yavaş ölür. İlk önce insanlar gider, terk edilir binalar. Sonra birileri camlarını, kapılarını söker. Boyaları dökülür. Demirleri paslanır. Bir gün ise artık binanın yerinde sadece boş bir arsa olduğunu fark edersiniz.

Bazen de bir anda ölür binalar. Bir yangında, bir depremde ölür. Gözlerinizin önünde kül olabilir veya toprak yığınına dönebilir.

Her halükarda bir şahidi vardır binaların ölümünün. Ben de bu binanın ölümüne şahitlik edenlerdenim. İstanbul Galata’da, Serdar-ı Ekrem Çıkmazı’ndaki güzelim binanın önünden her iki – üç ayda bir geçtiğimde, biraz daha çöktüğünü, döküldüğünü, öldüğünü görüyorum.

Ama binanın zemin katında, camsız iki pencerenin arasına bir grafitti olarak çizilen Abdurrahman Sözen nasıl öldü? Grafittinin altında “Ben Abdurrahman Sözen, karakolda öldürüldüm” yazıyor. Gazete haberlerine, resmi kayıtlara göre ise bir “Karakolda intihar” vakası. En fazla, “Karakolda şüpheli ölüm” diye yazanlar var.

Tanık yok, kayıt yok. Bu ülkenin bir evinde Abdurrahman Sözen için bitmeyen bir kanama yıllardır sürerken, bu ölen bina da kendi ölümünü bir kenara bırakıp Sözen için bağırıyor, kanıyor. Bu bina son nefesini vermeden önce, “Ben ölüyorum ve siz görüyorsunuz. Peki Abdurrahman Sözen nasıl öldü? Kim biliyor? Bu ölümün tanığı kim?” diye soruyor.

Siz de ölen taşlardan yükselen bu çığlığı duyun istedim. Hatta gözünüzden kaçmasın diye duvardaki grafittiyi büyütüp, çerçevenin bir de sağ alt köşesine yerleştirdim.

Çünkü hiçbir hayat gözden kaçacak kadar değersiz değildir.

Artık hepiniz, bu grafitiyi gördüğünüz andan itibaren şüphe duyduğunuz için şüpheli bir ölümün tanığısınız.

Binayı bırakın, Abdurrahman Sözen’e bakın!

Kim penceresini içeriden kapatır?

Ev sahibi bozuk olan pencerenin açılmasını engellemek için iki tahta sopa ile pencerenin üst tarafına bir V çizmiş. İmkânı yok artık, o pencere, o tahta sopalar oldukça ne içeriden ne de dışarıdan açılabilir. O tahta sopalar alınır, pencere açılır diye düşünülmesin zira pencere kullanılacak olsa tamir ettirilirdi.

Peki, kim penceresini içeriden kapatır? Dışarıya boş veren birisi kapatabilir. Zaten ahşap bina da kaderine terk edilmiş. Çerçeveler yerinden oynamış, boyalar dökülüyor.

Anlaşılan o ki ev de sahibiyle birlikte ölüyor. Bu evin içine ölüm gizlenmiş. Son çıkış olan pencere de içeriden kapatılmış. Hayat dışarıda bırakılmış.

Acaba o perdelerin arkasında yaşayan birisi var mı? Yoksa…

%d blogcu bunu beğendi: