Ya sabır!

sabir

Kehribarlar, akikler, oltular, kuvarslar yan yana dizilmiş… Beyazıt Meydanı’ndaki diğer tespih satıcıları gibi o da tüm tespihleri taşların cinsine, renklerine, boyuna göre yan yana sıralamış.

Taşların bu rengarenk büyüsüne kapılmamak elde değildi, hele ki çok sevdiğim akik taşından bir tespih de bu cümbüşün içinde gözümü alırken…Tezgâha yaklaşıp da tüm tespihlerin küçük kilitlerle üzerlerinde yer aldıkları örtüye tutturulduğunu gördüğüm anda büyük hayal kırıklığına uğradım.

Beğendiğiniz tespih olursa satıcı kilidini açıp gösteriyordu ama ben fiyat bile sormadan yürüdüm gittim. Çünkü uzaktan gördüğüm anda satıcının onlarca tespihi her sabah, itinayla ve sabırla tezgahına dizdiğini hayal etmiştim. Oysa tezgâha yaklaşınca, satıcının tek yaptığı şeyin sabah gelip tespihlerin takılı olduğu örtüyü sermek, akşamda giderken toplamak olduğunu anladım. Bir de arada satılan olursa, yerine yenisini takmak.

Hayal kırıklığımın nedeni, tespih satıcısından bir sabır kahramanı yaratma hayalimin yerle bir olmasıydı. Tespih ile sabrı yan yana getirip bir kahraman yaratmak istemem son derece doğal bir hayaldi.

Hepimizin ihtiyacı olan bir hayaldi çünkü her şey, her geçen gün hızla değişirken ve zaman yanımızda değil önümüzde koşarken, yaşadıklarımızı anlayabilmek için cebimizde akik bir tespih ve hayatımızda sabrı nişan gibi göğsünde taşıyan insanlar olsun istiyoruz ki zamanı değil onları izleyebilelim. Hıza karşı sabra sığınmak isteyen zavallılarız biz.

Tespih satıcısı ise hayallerimi yıkan, rutin içinde tezgahını açan – kapayan sıradan bir adam.

 

Rutin?

 

Ama ben onun rutinini bilmiyorum ki… Ya bugün, dün veya önceki aydan beri değil de yıllardır hatta uzun yıllardır bu tezgahı açıyorsa? Sıkılmadan, bıkmadan yıllarca bir rutini sürdürüyorsa? Belki de sessiz tespih satıcısı sabrı bir nişan gibi değil bir yara izi gibi taşıyordu göğsünün üzerinde.

İnsan önce insana sabretmeyi öğrenmeli ki hayata katlanabilsin. Bir insanı hemen yargılamak sabra karşı yapılmış en büyük ihanet olacaktı ve hayat haini olmak istemiyordum hele ki akik tespihleri seven birisi olarak.

Tezgaha geri döndüm, satıcıya yöneldim, sordum:

–          Şu akik olanı versene bir bakayım. Kaç para bu?

Duvardan bağıran bir ölüm

olum

Ölümünün 17. Yıldönümü’nde Metin Göktepe’yi ve “Şüpheli” ölümleri bir kez daha hatırlamak, unutmamak için…

Binalar bazen yavaş yavaş ölür. İlk önce insanlar gider, terk edilir binalar. Sonra birileri camlarını, kapılarını söker. Boyaları dökülür. Demirleri paslanır. Bir gün ise artık binanın yerinde sadece boş bir arsa olduğunu fark edersiniz.

Bazen de bir anda ölür binalar. Bir yangında, bir depremde ölür. Gözlerinizin önünde kül olabilir veya toprak yığınına dönebilir.

Her halükarda bir şahidi vardır binaların ölümünün. Ben de bu binanın ölümüne şahitlik edenlerdenim. İstanbul Galata’da, Serdar-ı Ekrem Çıkmazı’ndaki güzelim binanın önünden her iki – üç ayda bir geçtiğimde, biraz daha çöktüğünü, döküldüğünü, öldüğünü görüyorum.

Ama binanın zemin katında, camsız iki pencerenin arasına bir grafitti olarak çizilen Abdurrahman Sözen nasıl öldü? Grafittinin altında “Ben Abdurrahman Sözen, karakolda öldürüldüm” yazıyor. Gazete haberlerine, resmi kayıtlara göre ise bir “Karakolda intihar” vakası. En fazla, “Karakolda şüpheli ölüm” diye yazanlar var.

Tanık yok, kayıt yok. Bu ülkenin bir evinde Abdurrahman Sözen için bitmeyen bir kanama yıllardır sürerken, bu ölen bina da kendi ölümünü bir kenara bırakıp Sözen için bağırıyor, kanıyor. Bu bina son nefesini vermeden önce, “Ben ölüyorum ve siz görüyorsunuz. Peki Abdurrahman Sözen nasıl öldü? Kim biliyor? Bu ölümün tanığı kim?” diye soruyor.

Siz de ölen taşlardan yükselen bu çığlığı duyun istedim. Hatta gözünüzden kaçmasın diye duvardaki grafittiyi büyütüp, çerçevenin bir de sağ alt köşesine yerleştirdim.

Çünkü hiçbir hayat gözden kaçacak kadar değersiz değildir.

Artık hepiniz, bu grafitiyi gördüğünüz andan itibaren şüphe duyduğunuz için şüpheli bir ölümün tanığısınız.

Binayı bırakın, Abdurrahman Sözen’e bakın!

%d blogcu bunu beğendi: