Yaratıcı yıkım

Dakikalarca hatta saatlerce uğraştılar. Tebeşirle yere şekiller çizmeye başladıklarında güneş vardı. Gölgeye kavuştuklarında hala çizmeye devam ediyorlardı. Neredeyse bütün sokak boyunca asfaltın üzerine evler, çiçekler, sek-sek kutuları çizdiler; yazılar yazdılar. Kimi zaman birlikte çizdiler, kimi zaman çizilecek şekil üzerinde anlaşamadılar, kavga ettiler.

Sonra aniden – hiçbir yetişkinin anlayamayacağı şekilde – tebeşirleri bir kenara bırakıp bisikletlerine binerek yeni bir oyuna geçtiler. Sokakta kendilerine bir parkur belirlediler, yarışmaya başladılar. Bisikleti olmayanlar da koşarak bisikletlilere eşlik ederken, yere çizilen resimleri, yazıları çoktan unutmuşlardı. Sanki saatlerce uğraşan, kan-ter içinde sokağı resim defterine çeviren onlar değildi…

Yeni bir oyuna geçerken eskisini o kadar rahatlıkla bırakmışlardı ki! Bırakmak bir yana eski oyunun üzerinde geziyorlar, bisikletleri ile yerdeki tebeşir izlerini yavaş yavaş siliyorlardı. Yaratmak için siliyorlardı, yıkıyorlardı.

Bense elimde bir kahve, yeni açılmış sigara paketinin neredeyse yarısına ulaşarak onları izledim. Elimden daha fazlası gelmiyordu. Yaratmak istiyordum ama “Yıkmak için fazla büyüktüm”. Çaresizce, izlemekle yetindim. Çok sevdiğim bir romanın kahramanlarından Ender’in, diğer kahraman Çetin’e söylediği gibi:

“Bizim büyük çaresizliğimiz Nihal’e aşık olmamız değil, sesimizin dışarıdaki çocuk seslerinin arasında olmayışıydı. Asıl çaresizlik buydu.”*

* Bizim Büyük Çaresizliğimiz – Barış Bıçakçı (Roman için tek söyleyebileceğim, günümüz Türk Edebiyatı’na bakışımı kökten değiştirdi. Okumasaydım çok şey kaybederdim.)

Bir bayram sabahı

Bir cami duvarının üzerinde ve minare gölgesinde bulunması insanı en fazla şaşırtacak şeylerden birisi de herhalde bir balon yumağıdır. En azından benim için öyle. Çünkü cami bana her zaman iki şeyi hatırlatır: Tanrı ve ölüm… Balon ise çocukluğun sembolüdür; çocuklar da hem Tanrı’dan hem ölümden muaftırlar.

Ama bir bayram namazı çıkışında beceriksiz baloncu, elindeki ipleri sağlam tutamayıp balonlarla minareyi aynı fotoğraf karesinde buluştururken, çocukluk da caminin kapısına dayanmış oldu.

Aslında balonlardan önce de çocukluk caminin içindeydi. Koca koca adamların içinde pek çok çocuk bayram sabahında gizlice camiye girmişti. Çünkü balon nasıl çocukluk demekse aslında ‘Bayram” demek de biraz ‘Çocuk’ demekti. Boşuna “Bayram çocuklara bayram” demiyorlardı. O yüzden her bayram sohbetinin anahtar cümlesiydi, “Nerde bizim çocukluğumuzdaki bayramlar…”

Hocanın tektip vaazını dinlerken, pek çok adam da kendi çocukluğundaki bayramları, bayram sabahlarını düşünüyordu. İçlerindeki çocuklar kıpırdanıp büyümüş hallerini dürterken, adamlar da günahları kadar çocukluklarını, ‘o zamanki bayramları’ düşünüyorlardı. Ve belki de bazılarının aklına babaları ile gittikleri bayram namazları geliyordu.

Bir iki el uzandı önce, sonra bir sopa bulundu, balonlar indirildi, baloncuya teslim edildi. Bu kısa süreli ve uçucu ama bir o kadar da renkli sahne bitince, 3-4 adam balon almak için harekete geçti. Kimisi elinde tutarak, kimisi bileğine bağlayarak ama hepsi çocukluklarındaki gibi gülerek evlerinin yolunu tuttu.

İşte çocuğuna balon alıp gülerek evine giden 3-4 adam, o bayram sabahında babasını en çok özleyen adamlardı…

Oyunda kal!

“İnsanlar yaşlandıkça çocuklaşır” derler. Daha o kadar yaşlanmadığım için ne kadar doğru bilmiyorum. Ama ilk bakışta bu söz, İzmir Kadifekale’de oyuna dalan bu iki ihtiyar için doğru gibi görünüyor. Çocuklaşmışlar… Zaten öğle saatinde buldukları ilk gölgede çocuklardan başka kim oyun oynar ki?

Biraz daha dikkatli bakınca, onların yaşlanınca çocuklaşanlardan olmadıkları, uzun hayatları boyunca daima oyun oynayan çocukluklarını ceplerinde taşıdıkları anlaşılıyor. Çünkü hareketlerinde, oturuşlarında ancak oyun oynayan çocuklarınkine benzer bir rahatlık var. Üç karton, 24 metal parça, iki taş ile bir dünya yaratmışlar. O kadar özgürler ki ayakkabılarını bile fora etmişler.

Çocuk da oynarken kendini tamamen oyuna bırakır. Hele bir de sokakta ve güneş altında ise çevresini hatta dünyayı unutur. Oyun çocuğu özgürleştirir ve bu özgürlüğün ne demek olduğunu ara sıra oynayanlar değil hiçbir zaman oyundan kopmayanlar bilir.

Bu ihtiyarlar da hayatları boyunca oyunda kaldıkları için öğle saati, güneşten sığındıkları bu gölgede her zamanki gibi özgürler.

Oyundan kopmazsan, hep özgür kalırsın!

Denge

Denge sen büyüdükçe seninle birlikte değişen bir kavram. Çocuklukta tahterevallinin diğer ucunda kimin olduğunun pek önemi yoktur. Tek önemli olan diğer uçta birinin olmasıdır. Senden çok şişman veya zayıf olmadıkça fark etmez çünkü tek amaç dengede durabilmektir.

Çocuk, dengeyi kurabileceği arkadaşını bulduğunu anda hiç düşünmez zira çocuk için hayat oyunla yaşanır. Bu yüzden bir çocuk parkta ilk kez karşılaştığı akranına hemen güvenir, tahterevallinin diğer ucuna geçer. Dengeyi bozacağından hiç korkmadan oyuna, arkadaşına güvenir çocuk. Zaten oyunda ne kötülük olabilir ki!

İnsan ne zaman büyür işte o zaman tahterevallinin diğer ucunda kimin olduğuyla ilgilenir. Çünkü artık denge bir oyun değil hayatın kendisidir hatta savaş alanıdır. İnsan devamlı karşısındakini tartar biçer, hep güven arar. İnsan büyüdükçe dengeyi bir oyun olarak görmeyi bırakır, hayatin kendisi olarak görmeye başlar.

Oysa hayatın kendisi, sadece bir oyundur!