Zamanın koptuğu bir yılın ardından…

mrt_3111

Günlerde, saatlerde boşluklar vardı. Dolduramadığımız boşluklar zamanı kopardı. Bağlanamayan günlerin hikayesi olarak geçti bir yıl. Hikayemizden boşluklar kaldı bize.

Soğuk bir sarı hakim oldu bütün yıla. Boşluğun siyahına bile baskın gelen bir sarı. Güneşli ama serin havalara mevsim uydurup kah bahar kah yaz demek istesek de olmadı, yalandan bile ruhumuzu ısıtamadık.

Her geçen gün yıkık bir binaya dönen yılın içinde sıkışıp kaldık. Işık hep camların arkasından geldi. Sarı hava ciğerimize doldu. Acil durum çekicimiz de yoktu, kıramadık bir camı. İstesek de maviyi soluyamadık.

Maviyi ararken kaybolduk. Köhnemiş günlerin arasında dolaştık durduk. Ama hep boşluklara takıldı ayağımız. Günlerin boşluğuna..

Düştük. Kopmuş bir zamanda ne kadar süre düştüğümüzü de bilemedik. Sadece acımızı bildik. Zamansız bir yılda sadece acı bize insan olduğumuzu hatırlattı. Acıyla tutunduk zamana ve hayata.

Bu yıl biterken elimizde sadece acı ve boşluklar var. Geriye dönüp dolduramayız artık yiten zamandaki boşlukları. O boşluklar çentik çentik ruhumuzda asılı kalacak, kaçarımız yok. Gelin görün ki boşlukla yaşamaya da artık tahammülümüz  yok. Daha fazla boşlukta sonsuza kadar kayboluruz.

Yolumuzu nasıl bulacağımızı bilmiyoruz.  Ama nereden başlayacağımızı biliyoruz. Camı kırarak. Bir otobüsten, bir trenden, bir metro vagonundan acil imdat çekicini kaptığımız gibi camı kırıp ruhumuza sinen soğuk sarıyı bölecek maviyi içeriye alabiliriz. Yarından tezi yok boşluklarımızı mavi ile doldurmaya başlamalıyız.

Yanlış anlaşılmasın derdimiz yılın ilk gününden takvime uymak değil, sadece günleri genişletip boşluğa imkan vermemek istiyoruz. Bize gereken sadece bir çekiç, bir başlangıç. Neden yarın olmasın ?

Ya sabır!

sabir

Kehribarlar, akikler, oltular, kuvarslar yan yana dizilmiş… Beyazıt Meydanı’ndaki diğer tespih satıcıları gibi o da tüm tespihleri taşların cinsine, renklerine, boyuna göre yan yana sıralamış.

Taşların bu rengarenk büyüsüne kapılmamak elde değildi, hele ki çok sevdiğim akik taşından bir tespih de bu cümbüşün içinde gözümü alırken…Tezgâha yaklaşıp da tüm tespihlerin küçük kilitlerle üzerlerinde yer aldıkları örtüye tutturulduğunu gördüğüm anda büyük hayal kırıklığına uğradım.

Beğendiğiniz tespih olursa satıcı kilidini açıp gösteriyordu ama ben fiyat bile sormadan yürüdüm gittim. Çünkü uzaktan gördüğüm anda satıcının onlarca tespihi her sabah, itinayla ve sabırla tezgahına dizdiğini hayal etmiştim. Oysa tezgâha yaklaşınca, satıcının tek yaptığı şeyin sabah gelip tespihlerin takılı olduğu örtüyü sermek, akşamda giderken toplamak olduğunu anladım. Bir de arada satılan olursa, yerine yenisini takmak.

Hayal kırıklığımın nedeni, tespih satıcısından bir sabır kahramanı yaratma hayalimin yerle bir olmasıydı. Tespih ile sabrı yan yana getirip bir kahraman yaratmak istemem son derece doğal bir hayaldi.

Hepimizin ihtiyacı olan bir hayaldi çünkü her şey, her geçen gün hızla değişirken ve zaman yanımızda değil önümüzde koşarken, yaşadıklarımızı anlayabilmek için cebimizde akik bir tespih ve hayatımızda sabrı nişan gibi göğsünde taşıyan insanlar olsun istiyoruz ki zamanı değil onları izleyebilelim. Hıza karşı sabra sığınmak isteyen zavallılarız biz.

Tespih satıcısı ise hayallerimi yıkan, rutin içinde tezgahını açan – kapayan sıradan bir adam.

 

Rutin?

 

Ama ben onun rutinini bilmiyorum ki… Ya bugün, dün veya önceki aydan beri değil de yıllardır hatta uzun yıllardır bu tezgahı açıyorsa? Sıkılmadan, bıkmadan yıllarca bir rutini sürdürüyorsa? Belki de sessiz tespih satıcısı sabrı bir nişan gibi değil bir yara izi gibi taşıyordu göğsünün üzerinde.

İnsan önce insana sabretmeyi öğrenmeli ki hayata katlanabilsin. Bir insanı hemen yargılamak sabra karşı yapılmış en büyük ihanet olacaktı ve hayat haini olmak istemiyordum hele ki akik tespihleri seven birisi olarak.

Tezgaha geri döndüm, satıcıya yöneldim, sordum:

–          Şu akik olanı versene bir bakayım. Kaç para bu?

Modern zamanların dilek ağacı

Rengârenk çul – çaput bağlanıp iş, çocuk, eş dilenilen dilek ağaçlarının modern zamanlardaki hali bu parmaklıklar.

Partisine oy, konserine seyirci, filmine izleyici, lokantasına müşteri isteyen kimi dürüst kimi sahtekarın astığı afişlerin, duyuruların ev sahibi veya belediyenin temizlik işçileri tarafından sökülmesinden sonra kalan parçaları, parmaklıkları adeta dilek ağacına çevirmiş. Biraz uzaktan bakınca hepsi dilek ağaçlarına bağlanan renkli bez parçalarına benziyorlar.

Afişlerin sökülmesinden kalan parçaların simgelediği isteklerin artık takipçisi yok. Nasıl olsa seçimler bitti, konser geçen hafta düzenlendi, film vizyondan kalktı, lokanta devredildi. Tıpkı diğer modern zaman istekleri gibi, onlar da bir anda istendi, oldu veya olmadı, bitti…

Ama gidin bakın Anadolu’da bir dilek ağacına; üzerindeki onca yıldır bağlı bez parçalarının, isteklerin ağırlığından dalları yere eğilir. Çünkü hayata dair gerçek istekler asla zamana yenilmezler. Gerçekleşseler de gerçekleşmeseler de her zaman dilek ağacında yaşarlar.

1/2000 enstantane

Durdurdum. Yakaladım. Yerden 5 bin feet yüksekte, pervanenin hareketini ve zamanı fotoğraf makinemin içine hapsettim, durdu pervane. Bulutların üzerinde asılıyız.

Ya da öyle zannediyorum. Teknolojinin yardımıyla, fotoğraf makinemi 1/2000 enstantaneye getirip, yani saniyenin 2000’de birinde pervaneler durmuş gibi fotoğrafını çekiyorum. Etrafımdakilere de fotoğraf makinesinin ekranından fotoğrafı gösterip, “Bakın pervane durdu” diyerek şaka yapıyorum.

Harekete daha doğrusu zamana hükmettiğimizi zannederken aslında tüm yapabileceğimiz “Miş gibi yapmak” ya da şaka yapmak.

Pervaneler dönüyor ama ben durmuş gibi fotoğraflarını çekiyorum. Çektiğim fotoğraf da sadece bir yanılsama.

Fotoğrafı çeken zamana hükmedip, durduracağına inanıyor yani Tanrı olmaya soyunuyor. Oysa Tanrı bile zamandan azade olduğu için zamanda önce de zamandan sonra da olacak deniliyor ya Tanrı için.

İnsanoğlu Tanrı’yı bile zamanla yarıştırmaktan kaçınırken, diğer yandan kendisi zavallıca bir tutkuyla zamana hükmetmeye çalışır.

Ben de zamana hükmetme konusundan vazgeçiyorum ve kendimi tekzip ediyorum, “Hayır, pervaneler dönüyordu.”

Dönmek – ilerlemek

Dönüyor. Pervane inanılmaz bir hız ve gürültü ile dönüyor. O dönüş bizim havada ilerlememizi sağlıyor. Pervanelerin dairesel hareketiyle havada düz bir çizgiyi takip ediyoruz. Dairesel bir hareketten, düz bir çizgi çıkıyor.

Hayat da öyle değil mi? Biz etrafımızda bitmeyen bir döngü içinde dönerken aslında düz bir çizgide ilerliyoruz.

Bir topaç gibiyiz. Etrafımızda döndüğümüzü zannederken ilk dönmeye başladığımız noktadan ileri gidiyoruz.

Ama sadece hep etrafımızda döndüğümüzü düşünüyoruz ve etrafımızda dönerken de devamlı “Canımız sıkılıyor”. İlerlediğimiz o düz çizgiyi hatırlayan yok. Oysa hatırlamamız gereken ana eksenimizin etrafımızda dönmek değil düz bir çizgide ilerlemek, yani yaşamak olduğudur. “Vakit bir türlü geçmezken, hayat yıllarla birlikte akıp gidiyor”*

* Teoman – Paramparça

%d blogcu bunu beğendi: