Napoli’nin kırık aynası

napoli1Rehber kitapların, gezi sitelerinin beni hazırladığı Napoli’ye gelmiştim. Dapdaracık kimisi de kemerli sokaklar, eski binalar, o binaların dışına kurulmuş makaralara veya balkonlara asılmış çamaşırlar, sağda-solda birikmiş çöpler, caddelerin tersini – düzünü şaşırtan bir trafik… Elbette Napoliten Pizza’yı da unutmamak lazım.

Bunlarla karşılaşacağımı anlatan rehber kitaplar, hırsızlığın çok olduğunu, çanta ve cüzdanlara dikkat etmek gerektiğini, İtalya’nın güneyinde pis ve gürültülü bir kente geldiğim uyarısını da yapıyordu. Hatta bunların bazılarını okuyunca “Ne işimiz var Napoli’de” demeye kadar varıyordu iş.

İtalya’nın arka yüzüydü Napoli. Albümlerin B yüzündeki, yer doldurmak için yapılmış, kimsenin dinlemediği şarkılar gibiydi. Parlak Roma, Romantik Venedik, Büyülü Floransa varken niye gidilirdi ki Napoli’ye? Amaç Napoliten Pizza yemek ise onu da diğer İtalyan kentlerinde bulmak hiç zor değildi.

Bu dolduruşun sonunda Napoli Merkez İstasyonu’na adım atar atmaz, sırt çantaları öne alındı, cüzdanlar da çantanın içine girdi. Cüzdanlarını arka cebinde koymaya cesaret eden benim gibiler ise her cadde başında elimizi popomuza atıyorduk.

Cüzdanları, pasaportları güvenceye aldıktan sonra tarihi kent merkezine girdim. Dediğim gibi, beklediğim manzara ile karşılaşmıştım. Tüm duyularım alarmda, tetikte bir gezintiydi. Daha da daralan bazı sokaklara girince ise hissedilen bu ürpertiye hiç de güzel olmayan kokular eşlik ediyordu. Yerdeki kırık şişelere basmamak için de dikkat etmek lazımdı. Bir de her yerde siyahi göçmenler vardı. Kaldırımlarda çanta, saat satan.. Dilencisi de çoktu, yanına gelip bir sigara isteyeni de.napoli5

Benim geldiğim şehir olan İzmir’den, ya da İtalya yolculuğunun başlangıç noktası olan İstanbul’da yaşadığım, gezdiğim, eğlendiğim sokaklardan çok daha farklıydı burası. Benim sokaklarım, caddelerim, sitelerim daha steril ve güzeldi(!). Napoli’de gördüğüm bu sokaklar olsa olsa İzmir’in, İstanbul’un veya herhangi bir kentin arkalarına süpürülmüş ya da kentsel dönüşüme kurban edilen mahallerine, semtlerine benziyordu. Dönüştürerek unutmaya çalıştığımız o mahallerin, semtlerin benzerlerini niye görmek isteyeyim ki? İnsan başka bir ülkeyi modern seyyah olarak, hazırlanmış rehberler doğrultusunda gezerken kendisinde olmayanı görmeye gider. Turizm dedikleri budur. Ya senden iyisini görmeye gidersin, “Adamlar yapmış” diye dönünce hayranlıkla anlatırsın ya da “Bizim memleket cennet” diye gördüğün çirkinlikleri, fakirlikleri anlatırsın.

Napoli, unutmaya çalıştığımız, süpürdüğümüz sokakları hatırlatıyordu. Kırık bir ayna tutuyordu yüzümüze. Ayna kırıktı çünkü sadece unutmaya çalıştığımız sokakları değil, o sokaklardan modern sitelerimize, düzenli mahallelerimize kaçarken arkamızda bıraktığımız sesleri, renkleri, kokuları da hatırlatıyordu. Aynanın çatlaklarında hayat parlıyordu. napoli2

Napoli sokaklarındaki tarihi binaların altında el yapımı bebekler, biblolar, tahta eşyalar satan dükkanlar vardı. Ben alışveriş yaparken bir yandan da üretmeye devam edip, “Biz kendimiz burada yapıyoruz” diyorlardı. Aldıklarımı kesekağıdı gibi kağıtlara sararken, içlerine kartlarını koyuyorlardı ki o kartların üzerinde kimisinin tarihinin 100 yıldan fazla olduğu yazıyordu. Benim gibi yaşadığı mahallesindeki bir sokaktan bir-iki ay geçmediğinde bir yerlerin kapanıp hemen yerine başkasının açıldığını gören birisi için yüzyıllık mağazalar arasında dolaşmak masal kahramanı olmakla eşdeğerdi.

O eski binaların altındaki cafeler, kitapçılar, plakcılar (evet aynı sokak üzerinde iki plakçı gördüm), kasaplar, manavlar insanlarla doluyordu. Ama bu mağazalar içerisinde aşina olduğumuz bir tane ünlü marka, küresel bir zincirin üyesi yoktu. Hepsi Napoliliydi, hepsi yereldi. Her küçük alan “Meydan” olarak bırakılmış, bir nefes yolu olarak açılmıştı yaşayanlara. napoli3

Bir kentin sokaklarında ilk defa bu kadar çok grafitti görüyordum. Yazdıklarını anlamasam da İtalya’nın dışlanmış çocuğu olmaya, fakirliklerine, devlete isyan ettiklerini anlıyordum. Grafitti kadar güçlü bir ortak dil görmedim, yeter ki içinizde biraz isyan olsun. Herbiri isyan ile haykıran grafitti dolu sokak duvarlarından birine yaslandığımda, yükselen kahve ve pizza kokuları ile balkondan sarkan çamaşırlardan yayılan sabun kokuları ilk geldiğimde duyduğum kötü kokuları bastırıyordu. Aslında o çamaşırlar ilk kente girdiğimde de güzel kokuyordu ama ben fark etmemiştim zira insan bir kez duyularını kapatmaya görsün, en söz geçirilemezi olan burnunu bile köreltebiliyordu.

Napolililer! O binalarla birlikte yaşayan insanlar. Kimse onları, “Burası turistik merkez” diye evlerinden sürmemişti. Kent onlar için vardı. “İnsanlar için yapılmış bir kentte” yaşayan insanlar oldukları için çok gülüyorlardı, rahatlardı. Likör satan mağazadaki genç kız sabırla ve gülümsemesini kaybetmeden her likörden tatmamızı sağlarken Roma’nın Floransa’nın yarı fiyatına ama onlardakinin iki kat daha lezzetli pizzayı satan lokantanın sahibi ile de gülerek o hiç İngilizce, ben hiç İtalyanca bilmesem de anlaşıyorduk. Aldığım üç plağın parasını öderken bozuk isteyen plakçı “Yok” yanıtını alınca, “Git köşedeki markette bozdur” demek yerine hesabı düzleştirip “Bu sefer bizden olsun” diyordu.

Napoliler gülüyordu ve konuşmayı seviyordu. Hepsi böyle olmayabilirdi, bizim spotçulara benzeyen, beyaz eşya satan dükkanların önünde de sert mizaçlı adamlar oturuyordu ama o kadar tanıdıklardı ki, korkutmuyorlardı. napoli4

Manavlar, kasaplar da yabancı değildi… Hani nasıl bizimkilerin duvarlarında eski futbolcuların, Metin Oktayların, Selçuk Yulaların sararmaya yüz tutmuş posterleri asılıysa Napoli’deki manavların duvarlarında da tüm kentin kahramanı olan Maradona’nın posterleri vardı. Maradona posterinin fotoğrafını çekerken manavın size başparmağını yukarı kaldırarak, vücut diliyle “Doğru adam” demesi de çabası. Ama Maradona onlar için bir futbolcudan çok daha fazlasıydı, bir isyanın simgesiydi. Maradona, Napoli’nin hafızasına silinmemecesine kazınmış bir grafittiydi.

Sadece bir günlüğüne geldiğim için pişman olduğum Napoli’den ayrılmak için tren garına doğru yürürken artık ellerim popomda değil cebimde geziyordum. “Tekrar geleceğim, mutlaka geleceğim Napoli” diye söylenirken, hayatın gerçeğini yaşayan bu kentten zihnime kazanan görüntüler ile yaşadığım kentin sokaklarını karşılaştırıyordum. Bir de “Rehber kitaplara güvenilmez. İnsanın en iyi rehberi kendi ayakları ve gözleridir” diyordum.

Yaşadığımız güvenli sitelerde, nezih mahallelerde, lüks rezidanslarda kağıt üzerinde Napoli sokaklarında olan her şeyin daha iyisi, daha lüksü vardı. Dünya markaları, cafe zincirleri, satın alınmış sahte bir güvenlik vardı ama bir tek “Kent ruhu” yoktu. Napoli’nin yüzüme tuttuğu aynanın kırıkları bir zamanlar bizimde sahip olduğumuz ama kentin arkalarına süpürdüğümüz sokaklarda kalan, yıktığımız eski evlerin molozları, ahşapları arasına gömdüğümüz kent ruhunu hatırlatıyordu.

MRT_8893 f Napoli’ye benzeyen az sayıda kalmış mahalleye, semte yolumuz düştüğünde ise, “Bizim yaşadığımız yerler cennet” diyerek halimize şükrediyoruz çünkü biz muktedirlerin dayattığı ve bir çeşit rehber kitap olan “Modern hayat tarzı”nın içinde, kendi kentinde gözleri kapalı turistler gibi yaşıyoruz.

Napoli aslında bize benziyordu, ama bugünkü bize değil, kaybettiğimiz bize benziyordu…

Yaratıcı yıkım

Dakikalarca hatta saatlerce uğraştılar. Tebeşirle yere şekiller çizmeye başladıklarında güneş vardı. Gölgeye kavuştuklarında hala çizmeye devam ediyorlardı. Neredeyse bütün sokak boyunca asfaltın üzerine evler, çiçekler, sek-sek kutuları çizdiler; yazılar yazdılar. Kimi zaman birlikte çizdiler, kimi zaman çizilecek şekil üzerinde anlaşamadılar, kavga ettiler.

Sonra aniden – hiçbir yetişkinin anlayamayacağı şekilde – tebeşirleri bir kenara bırakıp bisikletlerine binerek yeni bir oyuna geçtiler. Sokakta kendilerine bir parkur belirlediler, yarışmaya başladılar. Bisikleti olmayanlar da koşarak bisikletlilere eşlik ederken, yere çizilen resimleri, yazıları çoktan unutmuşlardı. Sanki saatlerce uğraşan, kan-ter içinde sokağı resim defterine çeviren onlar değildi…

Yeni bir oyuna geçerken eskisini o kadar rahatlıkla bırakmışlardı ki! Bırakmak bir yana eski oyunun üzerinde geziyorlar, bisikletleri ile yerdeki tebeşir izlerini yavaş yavaş siliyorlardı. Yaratmak için siliyorlardı, yıkıyorlardı.

Bense elimde bir kahve, yeni açılmış sigara paketinin neredeyse yarısına ulaşarak onları izledim. Elimden daha fazlası gelmiyordu. Yaratmak istiyordum ama “Yıkmak için fazla büyüktüm”. Çaresizce, izlemekle yetindim. Çok sevdiğim bir romanın kahramanlarından Ender’in, diğer kahraman Çetin’e söylediği gibi:

“Bizim büyük çaresizliğimiz Nihal’e aşık olmamız değil, sesimizin dışarıdaki çocuk seslerinin arasında olmayışıydı. Asıl çaresizlik buydu.”*

* Bizim Büyük Çaresizliğimiz – Barış Bıçakçı (Roman için tek söyleyebileceğim, günümüz Türk Edebiyatı’na bakışımı kökten değiştirdi. Okumasaydım çok şey kaybederdim.)

Işığın da mevsimi var (veya şimdilik “Bir yaz gecesi rüyası”)

Giriş notu: Fotoğraf  ağustos dolunayı olarak çekildi.  Ancak resimaltı “yazdan kalma bir gün” klişesine uyan  dolunaylı bir eylül akşamında tamamlanabildi. Okurken siz de farz edin ki  yaz akşamındayız.

Bütün sokaklardan “Yaz gecesi sesleri” geliyordu. İncebelliye vuran çay kaşıklarının çıngırtısı, kontrolsüz kahkahaların yankısı, tavlanın tahta zemininde zarların çıkardığı tıkırtılar ve sokakta oynayan çocukların bağrışları birbirine karışıyordu. Sıcak geceye eşlik eden ise dolunaydı. Yüzünü kaldırıp göğe bakanlar, “Ay ne güzel. Işıl ışıl” derken, dolunayın ışığı adeta sesleri daha berrak kılıyordu.

Ama bu yaz da geçecek. Önce yağmurlar başlayacak, ardından kış gelecek. Dolunay ise mevsim ayırt etmeksizin aynı insanların üzerine tekrar doğduğunda, bu sefer bir ürperti yayacak. Çok değil 3-4 ay önce, aynı ayın altında neşe içinde sokakta oynayan çocuklara dolunayla ilgili korkunç masallar anlatılacak.

Ay değişmiyor ama ışığı bazen ısıtıp mutlandırıyor, bazen üşütüp korkutuyor. Çünkü ışığın da mevsimi vardır.

Onun için siz bu fotoğrafa bakarken, yazının başlığı şimdilik “Bir yaz gecesi rüyası” olsun. Kış gelince  “Dolunayda korku” deriz hep birlikte…

Caz sokaktır

Bazen zamanlama çok şeydir hatta bazen zamanlama her şeydir. İstanbul Karaköy’de tramvaydan inip de altgeçitten Tünel’e doğru yürürken günışığından önce kalbimi çalan trompetinin sesi geldi. Yeraltı geçidinde artık ışığa değil sese doğru yürüyordum.

Tam geçit çıkışında, günışığının altında sesin kaynağına ulaştım. Sırtını duvara yaslamış, etrafını hiç umursamadan sakince müziğini yapıyordu. Başka zaman olsa yüzümde hafif bir gülümseme ile yanından geçerdim ama bu sefer çakılıp kaldım.

Çünkü bir haftadır Caz Festivali için İstanbul’daydım ve dünya çapında cazcıları dinlemiştim. Hepsi iyiydiler hatta çok iyi müzisyenlerdi ama kulağım cazla dolu olduğu için hemen müziğinin peşine takıldığım bu mavi gömlekli trompetçi, caza kesmiş bir haftanın sonunda dinlediğim en gerçek müziği yapıyordu. İşte bu yüzden zamanlama çok şey demekti. Doğru zamanda, doğru yerde karşıma çıkmıştı ve usulca trompetiyle bana fısıldıyordu:

“Caz sokaktır,  caz mavidir, caz özgürlüktür”