Şaşı bak şaşır

Gazetelerin bilmece – bulmaca eklerinde, “Resmin merkezine odaklanın, yok kuşu yok tavşanı göreceksiniz” gibi şeyler yazan ve kısaca “Şaşı bak şaşır” denilen bölümler vardı. Odaklanıp, merkezdeki gizlenmiş şekilleri görmek maharet isterdi. Bakanların büyük kısmı, görmese de “Gördüm” derdi.

Hayatta da bazen çerçeve o kadar büyür ki, bir türlü odağı bulamayız. Güvenliği simgeleyen can simidi bu bakışta da çerçeveyi, görüşün büyük kısmını kaplamış durumda. Can simidi elinin altındaysa deniz üzerinde yol alırken güvendesin demektir. Ama can simidi aynı zamanda her zaman “Batma riskini, tehlikeyi” de hatırlatır, temkinli olmayı öğütler.

Biraz odaklanınca ise tam merkezdeki deniz feneri görülüyor. Deniz feneri de güven verir ama açık denizde olana. Yolda olana, doğru yolda olması için işaret gönderir. Sanılanın aksine “Karaya gel” demez deniz feneri, “Karaya vurma” der. Deniz fenerini takip eden artık can simidini fazla düşünmez, risk alır.

Bu bakışta can simidinin oluşturduğu çerçevenin içindeki feneri görmek için şaşı bakıp şaşırmak gerekiyor.

 Zaten şaşı bakıp şaşırmadan da açık denizlere açılıp, yeniliğe ve dünyaya doğru yol almak mümkün mü ki?

 * Güzel fotoğrafının kullanımına izin veren Arzu Efe’ye teşekkür ederim.

Modern zamanların dilek ağacı

Rengârenk çul – çaput bağlanıp iş, çocuk, eş dilenilen dilek ağaçlarının modern zamanlardaki hali bu parmaklıklar.

Partisine oy, konserine seyirci, filmine izleyici, lokantasına müşteri isteyen kimi dürüst kimi sahtekarın astığı afişlerin, duyuruların ev sahibi veya belediyenin temizlik işçileri tarafından sökülmesinden sonra kalan parçaları, parmaklıkları adeta dilek ağacına çevirmiş. Biraz uzaktan bakınca hepsi dilek ağaçlarına bağlanan renkli bez parçalarına benziyorlar.

Afişlerin sökülmesinden kalan parçaların simgelediği isteklerin artık takipçisi yok. Nasıl olsa seçimler bitti, konser geçen hafta düzenlendi, film vizyondan kalktı, lokanta devredildi. Tıpkı diğer modern zaman istekleri gibi, onlar da bir anda istendi, oldu veya olmadı, bitti…

Ama gidin bakın Anadolu’da bir dilek ağacına; üzerindeki onca yıldır bağlı bez parçalarının, isteklerin ağırlığından dalları yere eğilir. Çünkü hayata dair gerçek istekler asla zamana yenilmezler. Gerçekleşseler de gerçekleşmeseler de her zaman dilek ağacında yaşarlar.

Caz sokaktır

Bazen zamanlama çok şeydir hatta bazen zamanlama her şeydir. İstanbul Karaköy’de tramvaydan inip de altgeçitten Tünel’e doğru yürürken günışığından önce kalbimi çalan trompetinin sesi geldi. Yeraltı geçidinde artık ışığa değil sese doğru yürüyordum.

Tam geçit çıkışında, günışığının altında sesin kaynağına ulaştım. Sırtını duvara yaslamış, etrafını hiç umursamadan sakince müziğini yapıyordu. Başka zaman olsa yüzümde hafif bir gülümseme ile yanından geçerdim ama bu sefer çakılıp kaldım.

Çünkü bir haftadır Caz Festivali için İstanbul’daydım ve dünya çapında cazcıları dinlemiştim. Hepsi iyiydiler hatta çok iyi müzisyenlerdi ama kulağım cazla dolu olduğu için hemen müziğinin peşine takıldığım bu mavi gömlekli trompetçi, caza kesmiş bir haftanın sonunda dinlediğim en gerçek müziği yapıyordu. İşte bu yüzden zamanlama çok şey demekti. Doğru zamanda, doğru yerde karşıma çıkmıştı ve usulca trompetiyle bana fısıldıyordu:

“Caz sokaktır,  caz mavidir, caz özgürlüktür”

Oyunda kal!

“İnsanlar yaşlandıkça çocuklaşır” derler. Daha o kadar yaşlanmadığım için ne kadar doğru bilmiyorum. Ama ilk bakışta bu söz, İzmir Kadifekale’de oyuna dalan bu iki ihtiyar için doğru gibi görünüyor. Çocuklaşmışlar… Zaten öğle saatinde buldukları ilk gölgede çocuklardan başka kim oyun oynar ki?

Biraz daha dikkatli bakınca, onların yaşlanınca çocuklaşanlardan olmadıkları, uzun hayatları boyunca daima oyun oynayan çocukluklarını ceplerinde taşıdıkları anlaşılıyor. Çünkü hareketlerinde, oturuşlarında ancak oyun oynayan çocuklarınkine benzer bir rahatlık var. Üç karton, 24 metal parça, iki taş ile bir dünya yaratmışlar. O kadar özgürler ki ayakkabılarını bile fora etmişler.

Çocuk da oynarken kendini tamamen oyuna bırakır. Hele bir de sokakta ve güneş altında ise çevresini hatta dünyayı unutur. Oyun çocuğu özgürleştirir ve bu özgürlüğün ne demek olduğunu ara sıra oynayanlar değil hiçbir zaman oyundan kopmayanlar bilir.

Bu ihtiyarlar da hayatları boyunca oyunda kaldıkları için öğle saati, güneşten sığındıkları bu gölgede her zamanki gibi özgürler.

Oyundan kopmazsan, hep özgür kalırsın!

İki çeşme

İki çeşme yan yana. Sarı pirinç olan belli ki yüzyıllardır caminin duvarında. Parlak, krom kaplama olan ise 1-2 yıl, bilemediniz 4-5 yıldır orada olmalı. Yeni ve modern bir çeşme. Aç – kapa musluklardan. Yeni çeşme beyaz plastik bir boruya bağlı olduğuna göre su da ondan akıyor demek ki. Suyu da akıtmanın verdiği kibirle, aklı sıra, eski çeşmeye yukarıdan bakıyor.

Pirinç olan ise eski değil köklü. Ve modern çeşmenin farkında olmadığı şey, köklü olan ile yüzleşen her modern zaman icadı gibi çok çirkin olduğunu bilmemesi…

Bir tek suyu akıtmanın, suya yol vermenin yeterli olduğunu zannediyor modern çeşme. Ama su için nereden, nasıl aktığı önemli değil ki… Su bilmez eskiyi yeniyi, sadece akacak yatak ister.

Ama insan dünü, bugünü, yarını bilir ve hayatını akıtacağı yatağı seçebilir. Hayatımızın yatağını hep bugünden yarına değil de geçmişten yarına doğru, bugüne de uğrayarak akıtsak ne hikâyeler öğreneceğiz oysa. Tıpkı pirinç çeşme gibi… Bir çevirseniz onu da, musluktan sadece su değil geçmişten bugüne ne hikâyeler akacak…

* Fotoğraf  : Kestane Pazarı Cami / İzmir 2012

Kırmızı çaydanlık

Fotoğraf şirin bir Anadolu kasabasında çekilmiş gibi görünüyor oysa İzmir’in haftasonları kaçılan bir sahil beldesinde çekildi.

Fotoğrafa şirin Anadolu kasabası tadını veren deniz kenarındaki evin penceresinde yer alan kırmızı çaydanlık. Altı da üstü de tam, kulpları yerinde olan bir çaydanlık. Adı üstünde çaydanlık, üstelik de kırmızı, haliyle bir sıcaklık yayıyor etrafına. Ne çok eski, ne de çok yeni gözüküyor. Belli ki kullanılmış ve kullanılmaya da devam edilebilir. Ama neden içeride gibi dururken, dışarıda?

Evet, evin içinde ama pencerenin de kenarında, perdelerin önünde duruyor. Yani aslında tam olarak evin içinde değil hatta dışarıya daha yakın. Durduğu yerin bir atım ötesi, kapının önü…

Belki sabah çayı demledikten sonra çaydanlığı camın önüne koyan evin hanımı yerini hatırlamıyor.

Yoksa bilmediğimiz daha doğrusu görmediğimiz bir deliği, bir kusuru mu var? Belki altı delik çaydanlık pencerenin önünde unutuldu; kırmızı çaydanlığı kapı önüne konulmaktan unutulmak kurtardı. Unutulmak bir kurtuluş mudur bazen? Ya da unutmak?

Hatırlamak, unutmanın her zaman panzehiri midir yoksa unutarak kurtulmanın önünü kesen bir engel midir?

1/2000 enstantane

Durdurdum. Yakaladım. Yerden 5 bin feet yüksekte, pervanenin hareketini ve zamanı fotoğraf makinemin içine hapsettim, durdu pervane. Bulutların üzerinde asılıyız.

Ya da öyle zannediyorum. Teknolojinin yardımıyla, fotoğraf makinemi 1/2000 enstantaneye getirip, yani saniyenin 2000’de birinde pervaneler durmuş gibi fotoğrafını çekiyorum. Etrafımdakilere de fotoğraf makinesinin ekranından fotoğrafı gösterip, “Bakın pervane durdu” diyerek şaka yapıyorum.

Harekete daha doğrusu zamana hükmettiğimizi zannederken aslında tüm yapabileceğimiz “Miş gibi yapmak” ya da şaka yapmak.

Pervaneler dönüyor ama ben durmuş gibi fotoğraflarını çekiyorum. Çektiğim fotoğraf da sadece bir yanılsama.

Fotoğrafı çeken zamana hükmedip, durduracağına inanıyor yani Tanrı olmaya soyunuyor. Oysa Tanrı bile zamandan azade olduğu için zamanda önce de zamandan sonra da olacak deniliyor ya Tanrı için.

İnsanoğlu Tanrı’yı bile zamanla yarıştırmaktan kaçınırken, diğer yandan kendisi zavallıca bir tutkuyla zamana hükmetmeye çalışır.

Ben de zamana hükmetme konusundan vazgeçiyorum ve kendimi tekzip ediyorum, “Hayır, pervaneler dönüyordu.”

Kanat ve kural(sızlık)

Bu sabahı çok iyi hatırlıyorum. İstanbul, Bebek sahili. Kısa bir iş görüşmesinin ardından kendimi sahile atmıştım. Tüm gün sürecek gibi hissettiren, İstanbul için haddinden fazla ılık bir kış sabahıydı. Deniz de kendini sabaha bırakmıştı, son derece dingindi.

En uzakta bir tanker. Ondan daha yakında bir yelkenli. Sahile en yakın noktada ise küçük bir kayık. Ve hepsi o dingin deniz üzerinde sessizce duruyordu. Açıktan kıyıya doğru gelirken, büyükten küçüğe doğru sıralanmışlardı. En güçlü olan en açıkta, en zayıf olan kıyıya en yakın noktada.

Gördüğümüzü adlandırma adına icat ettiğimiz perspektif açısından bakar isek tam tersi bir durum var. En büyük olan en yakındaki küçük kayık gibi duruyor, uzaktaki koca tanker ise kalem ucu kadar kalmış. Ama yine bir sıralama, yine bir hiyerarşi var. İnsan icatları, özgürlüğün en derin olduğu yer olan denizin üzerinde bile hiyerarşi ile duruyordu.

Bu intizama uymayan sadece martılardı. Hiyerarşiye göre martıların kayıktan bile geride olması gerekirken kimi daha açıkta, kimi dubaya tünemiş, kimi tekne ile aynı hizada, kimi de kayığın üzerinde…

Ne de olsa insan icadı değiller, ne de olsa onlar doğanın parçası ve ne de olsa hiyerarşinin ne olduğunu bilmiyorlar.

Zaten onların kanatları var ve kanatları olanlar kurallara uymazlar…

Dönmek – ilerlemek

Dönüyor. Pervane inanılmaz bir hız ve gürültü ile dönüyor. O dönüş bizim havada ilerlememizi sağlıyor. Pervanelerin dairesel hareketiyle havada düz bir çizgiyi takip ediyoruz. Dairesel bir hareketten, düz bir çizgi çıkıyor.

Hayat da öyle değil mi? Biz etrafımızda bitmeyen bir döngü içinde dönerken aslında düz bir çizgide ilerliyoruz.

Bir topaç gibiyiz. Etrafımızda döndüğümüzü zannederken ilk dönmeye başladığımız noktadan ileri gidiyoruz.

Ama sadece hep etrafımızda döndüğümüzü düşünüyoruz ve etrafımızda dönerken de devamlı “Canımız sıkılıyor”. İlerlediğimiz o düz çizgiyi hatırlayan yok. Oysa hatırlamamız gereken ana eksenimizin etrafımızda dönmek değil düz bir çizgide ilerlemek, yani yaşamak olduğudur. “Vakit bir türlü geçmezken, hayat yıllarla birlikte akıp gidiyor”*

* Teoman – Paramparça

Denge

Denge sen büyüdükçe seninle birlikte değişen bir kavram. Çocuklukta tahterevallinin diğer ucunda kimin olduğunun pek önemi yoktur. Tek önemli olan diğer uçta birinin olmasıdır. Senden çok şişman veya zayıf olmadıkça fark etmez çünkü tek amaç dengede durabilmektir.

Çocuk, dengeyi kurabileceği arkadaşını bulduğunu anda hiç düşünmez zira çocuk için hayat oyunla yaşanır. Bu yüzden bir çocuk parkta ilk kez karşılaştığı akranına hemen güvenir, tahterevallinin diğer ucuna geçer. Dengeyi bozacağından hiç korkmadan oyuna, arkadaşına güvenir çocuk. Zaten oyunda ne kötülük olabilir ki!

İnsan ne zaman büyür işte o zaman tahterevallinin diğer ucunda kimin olduğuyla ilgilenir. Çünkü artık denge bir oyun değil hayatın kendisidir hatta savaş alanıdır. İnsan devamlı karşısındakini tartar biçer, hep güven arar. İnsan büyüdükçe dengeyi bir oyun olarak görmeyi bırakır, hayatin kendisi olarak görmeye başlar.

Oysa hayatın kendisi, sadece bir oyundur!

%d blogcu bunu beğendi: