Duvar çoktan yıkılmıştı

thewall

Gezi direnişi sırasında kaybettiğimiz, öldürülen Ali İsmail Korkmaz, Ethem Sarısülük, Abdullah Cömert ve Mehmet Ayvalıtaş… Eylemler sırasında köprüden düşerek hayatını kaybeden polis memuru Mustafa Sarı.

Orada, o duvarın üzerinde fotoğrafları olmamalıydı. Duvarın üzerinde değil, duvarın önünde, aramızda olmalıydılar. Büyük bir Pink Floyd hayranı olan Ali İsmail Korkmaz mesela, konser için aramızda olabilir, bizimle birlikte “Hey Teachers, leave us kids alone” diye avazı kadar çıktığı bağırıp, Roger Waters’a eşlik edebilirdi. Ne bileyim, Ethem Sarısülük, konser haberini ertesi gün gazeteden okuyabilir, Abdullah Cömert veya Mehmet Ayvalıtaş TV’de konserin haberini izleyebilirdi. Ama imkânı yoktu çünkü duvarda tuğla olmayı kabul etmemenin bedelini canlarıyla ödemişlerdi…

“Roger Waters – The Wall Live” konseri aylar öncesinde ilan edildiğinde belki de Ali İsmail Korkmaz’ın da aklına düşmüştü konsere gitmek. Benim gibi, o gece İTÜ Stadyumu’nu dolduran onbinler gibi…Nasıl aklımıza düşmezdi ki bir rüyanın gerçeğe dönüşmesiydi The Wall’u canlı dinlemek ve izlemek. Evet izlemek, çünkü The Wall sadece dinlenmezdi aynı zamanda izlenirdi.

Konserin ilk duyurulmasının ardından, ben de dahil pek çok Pink Floyd hayranı konsere gitmeyi planlarken mayıs ayının son günlerinde sadece konser planlarımız değil hayat planlarımız bile değişti. Sabahın köründe yatağın içinde oturmuş İstanbul’da ağaçları kurtarmak için mücadele ederken dövülen, neredeyse bir metreden yüzün gaz sıkılan, çadırları yıkılan insanları izliyordum. Hayatım(ız)a “Gezi” girmişti. Daha doğrusu İstanbul’dan ve Türkiye’nin dört bir yanından biz Gezi Parkı’na girmiştik.

Bir avuç cesur insanın İstanbul’da Taksim Gezi Parkı’nda ağaçların kesilmemesi için başlattığı direniş, milyonlarla tüm ülkeye yayılırken bildiğimizi sandığımız her şeye yeniden bakmak zorunda kaldık. Direniş, dayanışma, hoşgörü, cesaret gibi unuttuğumuz kavramları hatırladık, Gezi Parkı ile birlikte hafızamız yenilendi. Bizim için artık hayat “Gezi’den önce ve Gezi’den sonra” şeklinde ikiye ayrılıyordu. Dünyaya ve hayata Gezi Parkı’ndaki ağaçların arasından açtığımız pencereden bakıyorduk.

Dünyaya Gezi Parkı’ndan bakarken Roger Waters’ın da bizimle olduğunu öğrendik. Gezi Parkı eylemlerin tam ortasında gönderdiği mesajında, “Ne zaman bir erkek, bir kadın ya da çocuk sokaklara çıksa ve insan hakları için, kendi kaderini tayin etmek için, demokrasi için, Mistress Liberty (Bayan Özgürlük) için ayaklansa dünyanın geri kalanı onlara borçlanır. Panzerden fışkıran suyun karşısında, göz yaşartıcı gaz bulutlarının içinde fiziksel olarak sizinle değiliz ama ruhen sizinleyiz” diyordu.

“Bugün yaptığınız şeyden daha önemli hiçbir şey yok” diye de eklemişti mesajının sonunda Roger Waters ve gerçekten bizim için daha önemli hiçbir şey yoktu. The Wall’u yazmış, kendi ülkesi başta olmak üzere dünyanın her yerinde insan hakları ihlallerine karşı durmuş bir adamın da bizden yana olmasından daha doğalı olamazdı.

O mayıs ayı sabahının üzerinden aylar geçti. Kağıt üstünde, muktedirlerin dilinde direnişimiz bitmiş gibi gözükse de, kazandıklarına kendilerini inandırmaya çalışsalar da biz çok şey kazandığımızı biliyorduk. Gazi Parkı ile birlikte hayata baktığımız yer değişmişken, neredeyse unuttuğumuz Roger Waters buluşmamızın da zamanı gelmişti.

Konser öncesinde efsanevi duvarda, idam edilen başbakan Adnan Menderes’in, katledilen gazeteciler Uğur Mumcu ve Hrant Dink’in fotoğraflarının yer alacağını öğrenmek heyecanımızı daha da arttırırken, kafalar da biraz karıştı. Menderes ile Mumcu ve Dink’in fotoğraflarının yan yana yer almasına ilişkin tartışmalar bir yandan hem zihnimizde hem medyada dönerken, bir diğer sıkıntımız da kuşkusuz Garanti Bankası’nın sponsorluğuydu.

Bu kadar büyük bir organizasyonun sponsor desteği olmadan yapılamayacağı malumumuzdu ama yine de bizi yabancı haber kanallarından ülkemizi izlemeye iten bir grubun sponsorluğu son derece rahatsız ediciydi. Çelişkiler içinde 4 Ağustos 2013 Pazar günü İTÜ Stadyumu’na varıp da konser alanına stadın hemen üzerindeki doğal beleş tepeden bakınca donakaldım. 120 metrelik duvar, onbinlerce insan, hemen üzerimizde de vince takılı planörden küçük, maketten irice bir uçak…

Tüm bu büyük gösteriye, harika şova, The Wall’ı hem izleyip hem dinleyen ölümlülerden biri olma şansını elde etmemize karşın içimizde bitmeyen bir kıpırtı, bir rahatsızlık vardı. Gördüklerimizden, duyduklarımızdan başka türlü bir şey, başka bir an da olmalıydı. “Gezi’yle ilgili konserde neler olacak?” sorusu sadece benim zihnimde değil konsere gelenlerin büyük kısmının zihninde büyüyordu. Elbette “Her yer Taksim her yer Direniş” sloganımızı atacaktık, mutlaka Gezi’ye dokunacaktık. Öyle de oldu zaten, daha konser başlamadan onbinlerce kişi stadyumu inlettik. Bir konsere çok fazla anlam yüklüyor gibi gözüksek de aslında artık böyleydik, feci halde politize olmuştuk. Her yer, konser salonları, stadyumlar, parklar bizim için eylem alanıydı. O yüzden de başka bir şey de olmalıydı.

Bu kıpırtı devam ederken konser “In The Flesh” ile başladı. Konsere girişte gördüğümüz vinç üzerindeki uçak duvara çarptı, bir bölümünü yıktı. Anlatması, ifade etmesi gerçekten çok zor, harika bir konserin içine girmiştik. Tüm albümün en iyi bildiğimiz parçalarından olan “Another Brick in The Wall” çalmaya başladığında coşkumuz iyice zirveye çıktı. Her zamanki gibi sahnede yine çocuklar vardı ve bizde onlarla birlikte bağırıyorduk, “Hey Teachers, leave us kids alone”.

İşte iki bölümlük Another Brick in The Wall bittiğinde, konserin başından beri düşündüğüm, beklediğim “an” geliverdi. Çok ama çok hüzünlü bir andı. Ordaydılar Ali İsmail Korkmaz, Ethem Sarısülük, Abdullah Cömert , Mehmet Ayvalıtaş ve Mustafa Sarı. Sadece Medeni Yıldırım yoktu, o da duvarda olsa hiçbir eksik kalmayacaktı.

Düğüm düğüm olan boğazımızdan sesimizi ne kadar çıkabiliyorsa o kadar çıkartarak bağırdık, “Her yer Taksim, her yer Direniş” diye. Yıldızların altında, gençliğimizin rock yıldızıyla birlikte Gezi için, özgürlük için, demokrasi için, adalet için direnirken yıldız gibi kayan canlarımızı anıyorduk. Çok ama çok hüzünlüydük, buruktuk ama yine de umutluyduk, dirençliydik.

Roger Waters sadece duvarda kayıplarımızın fotoğraflarını yansıtmakla kalmayıp Türkçe sözlerle konseri 2005’de Londra Metrosu’nda polis tarafından öldürülen Charles De Menzesis’in şahsında “Dünya’daki devlet terörü kurbanlarına” adadı. Roger Waters konseri ve şarkılarını adamasının hemen ardından söylemeye başladığı “Mother”da zaten en doğru soruyu da soruyordu.

“Mother, should I trust the government? (Anne hükümete güvenmeli miyim?)”

Cevap yine Türkçe olarak duvardaydı, “Kesinlikle HAYIR”. Çünkü dünyanın neresi olursa olsun muktedirlerin kanlı sicilleri aynıydı, kurbanların ise sadece isimler değişiyordu. Londra’da Charles, Ankara’da Ethem, Eskişehir’de Ali İsmail…

Duvarda kayıplarımızı gördüğümüz ve hep birlikte Mother’ı söyleyerek çıktığımız zirveden bir daha da inmedik. “Godbye Blue Sky”dan “Hey You”ya, “Is There Anybody Out There”den “Comfortably Numb”a kadar unutamadığımız her şarkıya dolu dolu eşlik ettik. Hatta öyle ki konser öncesinde “David Gilmour olmadan Comfortobly Numb olur mu ki?” sorusu bile aklımdan silinip gitmişti.

rogerwaters

Tüm konser görsel bir şov şeklinde devam ederken, duvarda da dünyayı kana boğan siyasetçilerin, kimi zaman bağnaz yanlarıyla savaşlara yol açan dinlerin, insanları sömüren küresel şirketlerin simgeleri vardı.

Konser başında gedik açılan duvar, şarkılarla birlikte parça parça tamamlandı. Birinci bölümden sonra verilen arada da duvara Türkiye’de dâhil çeşitli ülkelerde insan hakları ihlalleri, devlet terörü, savaşlar, faili meçhuller ile hayatını kaybedenlerin resimleri ve bilgileri yansıtıldı. Duvar, insanlığın ortak utanç duvarı olarak ufkumuzu kaplamıştı.

rogerwaters

Waters ve arkadaşları savaş karşıtlığının marşlarından “Bring the Boys Back Home”u çalmaya başladığında yine “bizim çocukları” düşündüm. “Ehem’i, Abdullah’ı, Ali İsmail Korkmaz, Medeni’yi, Mehmet’i geri getirin” demek istedim ama imkânı yoktu, çünkü bizim çocukları geri dönüşü olmayan bir yere götürmüşlerdi.

Harikulade müzik, korkunç kuklalar, üzerimizde uçan ve en sonunda seyircinin üzerine inen şişme bir domuz balon, duvara yansıyan uçakların, helikopterlerin, silahların dört bir yandan gelen sesleri 1.5 saate yakın süre boyunca kanımızın çok daha hızlı akmasını sağladı. İlk defa yaklaşık 20 yıl önce kasetten dinlediğim hikayemizi bu sefer canlı olarak dinledim. Sistemin çevrelediği, okulun, ailenin, devletin sadece duvarda bir tuğlaya indirgeyip sonra savaş makinelerinde öğüttüğü, ya öldürdüğü ya da her şeye yabancılaştırdığı bizlerin hikayesi… Bu hikayeyi anlatırken de Waters, müziğin yanına sinemayı, mimariyi, plastik sanatları, grafik sanatları katıyor kutsal olduğuna inandırıldığımız her şeye saldırırken duvarı yıkmak için yol gösteriyordu.

Konser boyunca gösterilen filmlerde birkaç kez sanal olarak yıkılan duvar, konser sonunda gerçekten yıkıldığında tüm izleyicilerin aklından geçen aynıydı “İşte bu. Duvar yıkılabilir”.

Akşam konser dönüşü yaşadığım büyük heyecanı, hüznü, coşkuyu paylaşmak için artık “Resmi yayın organımız” haline giren twittera baktığımda koca bir taş yüreğime oturdu. Eskişehir’de “Eli sopalılar” tarafından öldürülen ve büyük bir Pink Floyd hayranı olan Ali İsmail Korkmaz’ın ağabeyi Gürkan Korkmaz, “Ali İsmail’e ‘Oğlum bir gün Waters konserinde duvarda olacaksın’ deseydik sevinçten ağlardı. Şimdi o duvarda gülüyor, biz burada ağlıyoruz” yazmıştı.

Bir an müzik sustu, sadece karanlık ve koca bir duvar kaldı zihnimde. Bir de duvarın üzerinde Ali İsmail’in ve diğer canlarımızın fotoğraflar Duvar çoktan yıkılmıştı ı. Biz yine de planlarımızı gerçekleştirebilmiş konseri izleyebilmiştik. Belki de Ali İsmail Korkmaz’ın da konseri izleme planları vardı. Abdullah’ın, Mehmet’in, Medeni’nin, Ethem’in de konserle ilgili olmasa bile nice hayata dair planları vardı. Ne planları olduğunu asla bilemeyecektik, çünkü ölmüşlerdi.

Sonra sessizliğin içinde sesler yükselmeye başladı, Waters’ın sesini duydum.

“Is there anybody out there? (Orada birisi var mı?)”

Onbinler “Evet, buradayız” cevabı niyetine konser sonunda bağırmıştı: “Bu daha başlangıç mücadeleye devam.”

rogerwaters

Ali İsmail, Abdullah Cömert, Ethem Sarısülük, Mehmet Ayvalıtaş, Medeni Yıldırım da duvarda değil bizimleydi. Zaten, artık duvar da yoktu ki! Birilerinin korkuyla ördüğü bizim de zamanında “Bizden bir şey olmaz, dayanışmayı bilmiyoruz” diyerek” tuğla taşıdığımız duvar, Geziparkı’nda çoktan yıkılmıştı.

*Yazının girişindeki fotoğrafını kullanmama izin veren Kadri Gürsel ile yazıdaki diğer fotoğraflarını kullanmama izin veren Erdal Mahir Cüran’a sonsuz teşekkürlerimle…