Bitmeyen biber mevsimi


kurutulmuş biber

Mutsuzluktan söz etmek istiyorum

Dikey ve yatay mutsuzluktan

Mükemmel mutsuzluğundan insansoyunun

sevgim acıyor

Uzadıkça uzayan yaz boyunca, en sevdiğim iş iplere kurutmak için biber dizmek oldu. Haziranda iğneyi öldürmek istercesine saplıyordum biberlere. Temmuz gibi daha nazik davranmaya başladım. Ağustos’ta okşar gibi dokunuyordum biberlere çünkü aklım başıma gelmişti, konuşabileceğim sadece onlar vardı. Biberleri kargılara tutturup, bazen dikine bazen yatay duvara yasladıktan sonra kendimi de duvarlara yaslayıp onlarla konuştum, mutsuzluğumu anlattım.

Biz giz dolu bir şey yaşadık

onlar da orada yaşadılar

Bir dağın çarpıklığını

bir sevinç sanarak

 Biberlerimin kurumasını devamlı izledim. Bir ara hergün fotoğraflarını çekeyim diye düşündüm. Şehre dönünce bir sergi açardım, adına da “Yeşilden Kırmızıya” derdim.  Aptal şehirliler de hayranlık ve sevinçle izler, “Aaaa biberler nasıl renk değiştirmiş” derlerdi. Sonra vazgeçtim. Bu da benim sırrım olarak kalsın. Nasıl olsa taşıdığım bir sürü giz vardı, bir eksik bir fazla ne fark ederdi ki!

En başta mutsuzluk elbet

Kasaba meyhanesi gibi

Kahkahası gün ışığına vurup da

Öteden beri yansımayan

Yani birinin solgun bir gülden kaptığı frengi

Öbürünün bir kadından aldığı verem

Bütün işhanlarının tarihçesi

sevgim acıyor

 Bir meyhanesi olaydı iyiydi kasabanın ama yoktu. Hata bendeydi belki de, kıraathanesi değil meyhanesi olan bir kasabaya gelmeliydim. Mecburiyetten her gece biberlerin yanına masa atıp, onlarla birlikte rakı içtim. Biberlerin biraz suskun olmasından sıkılsam da iki üç kere kıraathaneye gidince hata yapmadığımı aksine bilakis doğru yere geldiğimi anladım. Gündüz, “Yeğenim sen kimlerdensin, ne yapıyorsun buralarda?” diyen amcalardan kaçmak kolaydı da, gece olunca çay bardaklarında rakı içip, “Sen niye kaçtın buraya” diyen öğretmenden kurtulup zor attım kendimi eve. Hiç kimseye bir kadından kaptığım mutsuzluk virüsünü anlatacak halim yoktu Duvarın yanındaki masama oturup, rakının yanına acı biberi meze yapmak konuşmaktan daha az acıtıcıydı.

Yazık sevgime diyor birisi

Güzel gözlü bir çocuğun bile

O kadar korunmuş bir yazı yoktu

Ne denmelidir bilemiyorum

sevgim acıyor

Gemiler gene gelip gidiyor

Dağlar kararıp aydınlanacaklar

Ve o kadar

 Yalnız bu çocuklar yok mu, işte onlar herkesten zordu! Ne korkuyor, ne kaçıyor bir de üstüne her delikten çıkıyorlardı.  Duvarın üstüne çıkıp, ya yazı yazmamı ya da biberleri ipe dizmemi seyrediyorlardı. Güzel gözlerini kocaman açarak bana bakıyorlardı.  Belli ki onların yaz eğlencesi olmuştum. Bir onlardan kaçmadım çünkü hiç soru sormuyorlardı. Ben de onlara gemiler yaptım. Kağıttan gemiler. Yazıp yazıp bir türlü derdimi anlatamadığım mektupların, hikaye taslaklarının olduğu kağıtları yırtmak yerine gemiler yaptım çocuklara. Ne de olsa kasabaydı burası, hiçbir şey atılmıyordu, mutlaka değerlendiriliyordu. Hiç konuşmadan birlikte evin aşağısındaki dereye gittik, kağıttan gemileri yüzdürdük. Bir tek mektupların olduğu kağıtları suya bıraktığımızda derenin nereye ulaştığını merak  ettim. Dağlar kararırken eve dönüp, ertesi gün gemi yapacağımı kağıtların üzerine yazmaya devam ettim.

Sadece bazı gazetelerden kestiğim haberleri, fotoğrafları atamadım. 19 yaşında Ali İsmail isimli güzel gözlü bir çocuğa, Ankara’da Ethem diye yağız bir delikanlıya dair haberlerdi. Hiçbirini atmadım. Bazı geceler duvar dibindeki masama konuk oldular, onlar anlattı ben dinledim.

kurutulmuş biberr

Tavrım bir çok şeyi bulup coşmaktır

Sonbahar geldi hüzün

İlkbahar geldi kara hüzün

Ey en akıllı kişisi dünyanın

Bazen yaz ortasında gündüzün

sevgim acıyor

Kimi sevsem

Kim beni sevse

Haziranın birinde geldiğim kasabadan ağustosun son günü, 3 aydır evin önünde duran arabama binip şehre geri dönmeyi planlıyordum. İster son, ister ilk olsun içinde bahar olan hiçbir mevsimle ilgim kalmadığından baharlardan mümkün olduğunca uzaklaşmaya çalışıyordum. Sıcak ve sessiz bir yazın içinde kaybolmak üzere gelirken bu kavruk kasabaya şehir de geride kalacaktı. Ama bir park büyük şehirden gelip içimde ağaçlarıyla kök saldı. İçinde çocukların oynadığı değil mezar taşlarının olduğu bir parktı. Park benim içimde gezindi ben parkın içinde. Yüzlerce kilometre uzaktan isyanın kokusunu duyarken yalnızlığımın tekrarlardan ibaret tarihi biberler gibi kavrulup büzüştü.

Ölenlerin resimlerini kesmeye devam ettim gazetelerden. Abdullah, Mehmet, Ahmet, Medeni… Yaz ortasında bir genç ölüler albümü durmadan yaprak açarken, niye o kasabaya kaçtığımı da unuttuğum anlar oldu.

Eylül toparlandı gitti işte

Ekim filan da gider bu gidişle

Tarihe gömülen koca koca atlar

Tarihe gömülür o kadar

Yaz geçti. Eylül bitti. Kente döndüm. İki büyük torba dolusu kurutulmuş biber ve bir de gazete kesiklerini yapıştırdığım defterimi getirdim yanımda. Haziran başında kasabaya getirdiklerimin bir kısmını duvar dibindeki masanın altına gömdüm, bir kısmı da kağıt gemilerle birlikte suda eridi gitti. Sadece kollarımda birkaç güneş lekesi var, ruhumdaki gizli izlerin tenime vurduğunu anlatmak istercesine.

Masamın üzerinde yazdan getirdiğim biberler, bir de sayfaları açık uçları kıvrık bir defter var. İçinde güzel yüzlü hiç yaşlanmayacak gepegenç adamların fotoğraflarının olduğu defter. Tarihe değil güneşe gömülen güzel çocukların fotoğrafları…

Ekim de gidecek, zaten hiçbir ekim kışa karşı koyamamıştır ki bugüne kadar…. Ama bu ekim, arkasından kasım, onun arkasından da kış sokaklardan, parklara açılan yollardan yürüyerek geçecek.

Ben de aylara eşlik ederim; nasıl olsa bütün kış yetecek kadar yazın kurutulmuş biberim, yazdan kışa bir dirhem yaşlanmayan güzel yüzlü çocukların hatırası ve fotoğraf yapıştırmak değil yazmak için boş sayfaları olan bir defterim var.

(İtalik olan yazılar Turgut Uyar’ın “Acıyor” isimli şiiridir) 

 

Comments

  1. Kısa kısa notlar…

    Sanırım, şehirli, eli kalem tutan ve kafasının köşesinde bir yerlerde kaçma hevesi olan bizlerin bir “kasaba fantazisi” var. Var mı memlekette böyle bir kasaba?

    Haziran’dan sonra, zaten pamuk ipliğine bağlı olan dengemi hepten yitirdim. Seni bilmem ama ben kendimi çok yorgun hissediyorum; bu ülkenin yıllardır yerinden oynayan çivileri tamamen çıktı, tuhaf bir dönem yaşıyoruz. İzleyerek, sürükleniyoruz. Ben bunu yaşarken yanımda 17 yaşında “kendini bulmaya çalışan” bir delikanlı ve 8 yaşında hayata karşı inanılmaz heyecanı olan bir kız da var. Onlarla dengede kalmak nasıl zor bir bilsen…

    Aklım hep o kaybettiğimiz genç insanlarda; biz işlerimizde, evlerimizde, sanal dünyanın sokaklarında klavyelere asılırken ve “elde ettiğimiz” hayatı kaybetme riskini göze alamazken, ve bazen sadece nefes alarak ve faturalara çalışarak yaşarken, onlar sokaklarda ölüyorlar…

    Ne olacak böyle?

    Kasaba’da başka bir evren yaratmak, biberlerin kızarmasına takılmak, domateslerin böceklenmemesi için çaba harcamak mümkün mü? Yoksa dönüp dolaşıp geleceğimiz yer burası mı?

    • Sanırım senin hissiyatının bir benzeri de bende olmalı ki o kasabaya sıkışan adamı yazdım. Dönme planı var diye yazmıştım ama belki de hiçbir dönme planı yoktu. Büyük ihtimalle ki ben de çok emin değilim bir aşk acısı ya da başka bir acı nedeniyle oraya kaçmıştı. Belki de hiç dönmeyecekti. Kasabada kendisine bir denge kuracaktı ve saklanacaktı. Ama kaçtığı kent onu geri çağırdı Hepimizi son bir umutla geri çağırdığı gibi. Bizler zaten dengesi kaçıklar olarak bu kentin içinde saklanıyorduk. Ama son bir umut ile saklandığımız yerden çıktık. Artık çıktığımız yere geri de dönemeyiz zira hayatını kaybedenlere borcumuz var. Belki yenileceğiz belki tümden kaybedeceğiz ama bu kentte kalıp direnmeye devamdan başka şansımız yok. Biraz da kendini bulmaya çalışan 17 yaşındaki delikanlı ve 8 yaşındaki kız için…

Trackbacks

  1. […] Bitmeyen biber mevsimi   devamı için […]

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

%d blogcu bunu beğendi: