Acıların tekrarına değişmeyen resimaltı

vandepremi

1999 yılında, 17 Ağustos’u 18 Ağustos’u bağlayan gece İzmir’den Yalova’ya doğru giden gazete aracının içinde genç bir Milliyet muhabiri olarak, karmakarışık duygular içindeydim. Korku, heyecan, merak ve endişe…

Yalova’ya sabaha karşı girerken ilk sarsıntıyı gördüklerim değil göremediklerim yüzünden yaşamıştım. Çünkü “Zifiri karanlık” deyiminin sözlükteki değil hayattaki karşılığının tam da içine girmiştim. Kapkaranlık Yalova’nın sokaklarında titreyen çok az şık vardı ve o titrek ışıklara fısıltılar eşlik ediyordu. Hiç kimse yüksek sesle konuşmuyor, arabalar korna çalmıyor, az sayıdaki açık dükkândan ne televizyon ne de müşteri sesleri sokağa taşmıyordu. Karanlığı daha da koyulaştıran o kent fısıltısının nedeninin göçük altında gelebilecek sesleri duymak için insanların sessiz olmasından kaynaklandığını güneş doğduktan sonra anlayacaktım.

Yalova’da gazeteci olarak kaldığım yaklaşık bir ay boyunca, o ilk gün, sabaha karşı içine girdiğim karanlık bir daha hiç dağılmadı. Ölülerin, mezarların, yaralıların, enkazların, göçmüş binaların arasından çıkıp benim gibi yaşamaya utanan herkesin içine çöken bir karanlıktı. Enkaz tozları gibi bir karanlık ruhuma sindi.

Geçen yıllar içinde unutmaya çalıştığı o karanlık ile Ekim 2011’de, daha uzak bir kentte, Van’da karşılaştım. Bu sefer gazeteci olarak değil, bir yardım organizasyonu için gittiğim Van’a güneş doğduktan çok sonra varmıştım ama enkazların üzerinde yürürken 1999’daki karanlığı hissedebiliyordum. Sessizlik ise birebir aynıydı.

Yıkıntıların arasında bir şeyler aradığını gördüğüm bu çocuğu gördüğümde o lanetli karanlıkla da yüzyüzeydim. Bu gözleri, bu bakışları hatırlıyordum. 1999 yılında Yalova’da, Gölcük’te, Değirmendere’de yüzlerce çocuğun gözlerinde görmüştüm.

Çocuğa ne aradığını soramadım. Çünkü ne aradığını sorduğumda, kaybettiklerine dair alacağım cevaptan korkuyordum. Bu cevaplarının ne kadar ağır, dayanılmaz olabileceğini Yalova’da öğrenmiştim. Sadece fotoğraf makinemi kaldırdım,  iki – üç kare fotoğraf çekebildim o kadar. Çocuk da hiçbir şey söylemedi, bana baktı ve arkasını dönüp gitti. Çocuğun arkasından yürüyen karanlık bir gölgeyi görebiliyordum.

Bu çocuk, bugün nerede ne yapıyor hiç bilmiyorum ama ne kalbine çöreklenen karanlıktan ne de gözlerine sinen hüzünden kurtulamayacağını biliyorum. Kendimden biliyorum…

15’inci yıldönümünde Marmara Depremi’ni bir kez daha hatırla(t)mak isterken, ondan yıllar sonra çekilmiş bir fotoğrafı kullandığımın da farkındayım ama bunun fark etmeyeceğini de biliyorum. Çünkü tekrarlanan acılar ülkesindeki fotoğrafların hepsinde aynı karanlık varken, kelimeleri değiştirmeye gerek kalmıyor. Acılar sadece fotoğraflarda solarken, korkular ve karanlıklar ise değişmeyen kelimelerle birlikte ruhların en derinlerinde yaşamaya devam ediyor.

Hele çocuklar… Çocukların acıları, kendilerinden önce büyür. Bir düşünün, bu fotoğraftaki çocuk kaç yaşında? Acısı kaç yaşında?

Çocuklara günübirlik yardımlarla ışık tutarak bu karanlığı ruhlarından kazımanın imkânı yok. Yeraltından her an fayları, taşları birbirine vurarak yeryüzüne çıkabilen deprem dediğimiz korkunç karanlığı da yok edemeyiz.

Ama yeraltı karanlığın ise yeryüzü de bize ait. Işık bizim. Aynı fotoğrafı çekip, aynı resimaltını yazmaktan kurtulabiliriz. Bunun de yapmamız gereken sokaklarımıza, kentlerimize, alanlarımıza sahip çıkıp, isyan etmek. Yer altındaki karanlığa veya kadere değil, yeryüzündeki deprem hizmetkârlarına isyan etmek. Çocuklar için bunu yapmak zorundayız…

%d blogcu bunu beğendi: