40 yıl + bir gün + sonsuzluk

6 subat

Bugün 6 Şubat 2014.  Hicri takvime göre 22 Rebiülahır 1435.  Büyük Saatli Maarif Takvimi’ne göre gün 10 saat 32 dakika, gece 13 saat 28 dakika. Takvimin önerdiği günün yemekleri tavuk, pilav, yeşil salata, kremkaramel. Fırtına varmış ve ağaç dikme zamanı yazıyor takvimde. Atatürk’ün Balıkesir’e gelişinin 91. Yıldönümü.

Takvime göre son derece sıradan bir gün. Benim için de pek özelliği olan bir gün değil. Sadece 40’ıncı yaşımın 16’ıncı günü!

Yani şu anda tarihi sekmiş bir yazıyı okumaktasınız. Doğumgünüm olan 22 Ocak’ta yazıp, 40 yıl hesaplaşmasını bitirmiş olmalıydım ama takvimler ile hiçbir zaman aram iyi olmadı. Bitmeyen bir zamanlama problemim var.

Ya da 40 yaş muhasebesi o kadar kolay değilmiş. 4 onluğa geldikten sonra detaylı yaş hesabı yapmak da biraz garip gözükebilir ama benim de hayatındaki dönüm noktalarını takvimin yuvarlak hatlara sahip olduğu günlerle özdeşleştiren insanlardan pek farkım yok.

Fakat bu 40 yaş, meşhur “İç muhasebe” için garip bir yaş. Bir kere Cahit Sıtkı Tarancı’nın şiir bilmeyenlere bile ezberlettiği “Yaş 35! Yolun yarısı eder” dizesindeki yaştan 5 fazla. Yani yolun yarısını geçmiş oluyorum. Gazetelerde pek sık yer alan “İsviçreli (Bunun yerine istediğiniz ülkeyi koyabilirsiniz) bilim adamlarının yaptığı araştırmaya göre insan ömrü 5 yıl daha uzadı” haberlerine sığınmak ta mümkün ama şiir bilimden kuvvetlidir. Cahit Sıtkı Tarancı öyle dediyse öyledir. Dünyanın tüm bilim adamları gelse çaresi yok, yolun yarısı geçildi demektir.

Emeklilik planları kurulmaya başlanan 50’li yaşlara ise son derece uzak. Hem emekli olacak yaşta mıyım ki daha? Emekli demek yaşlı demek. Gerçi geçtiğimiz günlerde kendimi internette “Emekliliğinize kaç gün kaldığını öğrenin” yazılı linklerin arasında gezinirken buldum. Emeklilik yaşımı öğrendim mi peki? Bu konuyu hiç açmamak daha iyi.

Bu iç muhasebesini nasıl yapacağım şimdi? Hangi yaşı ya da yaşları dayanak noktası alarak kendi kendimle hesaplaşacağım? Bitirdiğim 30’larım desem, o yılları yavaşça yere bırakıp hızla uzaklaşma eğilimindeyim. 20’ler desek, hali hazırdaki hayatımın yarısı eder ama o günler de bana yarım yaşam uzaklığında değil yüzyıl kadar uzak gözüküyor.

10 yıl dönemeçlerine bakıp, “9 yaşımı bitirip 10 yaşıma girerken şöyle şöyle düşünmüştüm. Böyle planlarım vardı, çocukken şuna karar vermiştim” desem, kimse inanmaz çünkü çocukluk zamansız yaşanır. Hiçbir çocuk 9 oldum 10 oldum demez, dese dese “Doğumgünümde acaba annem-babam bana ne alacak?” der.

19’dan 20’ye geçişi düşünsem bu da olmaz çünkü üniversite kantininde ülkeyi kurtarıp, en önemli derdim aşık olmak iken, 19’muşum 20 olmuşum hiç umurumda değildi. Zaten o yıllarda da hep genç kalacağımı düşünürdüm ben de tüm kantindaşlarım gibi.

29’dan 30’a geçerken ise biraz daha yakın ve hatırlıyorum. “Gençlik yıllarım bitti, hiçbir şey yapamadık hayatta” gibi bugün beni bile güldüren bir takım varoluşsal (!) sorgulamalar ile 30’uma girmiştim.

Nasıl bunları yazmışım dediğim 22 Ocak 2004 tarihli notlarda tek dişe dokunur cümle, “Artık 30 yaşındayım, bir bu kadar daha yaşarım ben” Buradan iç muhasebesinin yolu açılır belki. Bir kere bu sözü 40’ımda imkanı yok tekrarlayamam, doğa ile 80’imi görmek gibi büyük bir iddiaya girmem, giremem. O hesaba göre önümde 20 yıl kaldı demektir. Sigarayı bıraksam belki birkaç yıl kazanabilirim ama sigarasız yılların da keyfi olmaz.

Hayatı aritmetiğe döküp, yıllar ve yaşlar üzerinden 4 işlem çalışınca bir sonuç çıkıyor çıkmasına da eldeki rakamların hayatta karşılığı koca bir sıfır. Rakamla da 0, yazı ile de sıfır. Yolun ucunu geçmişten başlatıp yürüdüğümde bu yolun bir yere çıkmayacağı belli oldu.

Geçmiş üzerinden yapılan tüm hesaplar eksi bakiye verdiğine göre muhasebe yarın üzerinden de yapılabilir. Peki yarın ne kadar sürer ki? Onun da cevabını Theodoros Angelopoulos unutulmaz filmi “Eternity And  A Day”de bu diyalogla vermişti.

“ -Yarın ne kadar sürer Alexander?

-Sonsuzluk ve bir gün kadar…”

Yarına doğru yürüdüğümüze göre 40 yaşımdan 16 gün aldım, yarın için kaldı 349 gün. Ama en iyisi artık hesaplamayı boş vermek. Çünkü yarın,  “Sonsuzluk” kadar sürebilir ve matematik dahi sonsuzluğu hesaplayamaz.

Şimdi hesabı kapatma zamanı zira elimde ne olduğu belli.

“40 yıl + bir gün + sonsuzluk”

 

 

Kırmızı bavul

KIRMIZI BAVUL.jpg

Kırmızı bavul benim değildi ama vapurun güvertesinde hem de korkulukların yanında görünce, yüreğim ağzıma geldi. Maazallah, büyük bir dalga vapura vursa ya da biri gelip çarpsa, kırmızı bavul da denize düşse, sahibi ne yapar?

“Başkasının bavulunun tasası sana mı düştü?” diyebilirsiniz. Ne yazık ki haklı olduğunuzu söyleyemeyeceğim çünkü bavul çok önemli konu. Bu bavulun kırmızı olması da önemini değil ama ilgimi arttırıyor zira ben de bugüne kadar bütün bavullarımı kırmızı renkte aldım. Kırmızı olunca havalimanlarında, otobüs garajlarında, onlarcası arasında insan kendi bavulunu daha kolay fark edip, buluyor. Bavulu fark etmek önemli, çünkü bavul kaybolmamalı.

Zira bizler “Huzursuz yolcularız”. Varacağımız noktaya ulaşmamız yeterli değildir, sağ salim bavulumuz da bizimle birlikte gelmiş olmalı. O yüzden bavulumuzu asla gözümüzün önünden ayırmayız.  Seyahat edeceğimiz araca bineceğimiz zamanlardaki zorunlu ayrılıklar hariç ki o anlar da tüm yolculuğun en sıkıntılı anlarıdır.

Mesela otobüsle seyahat ediyorsak, kapının önünde bekleyip yardım amacıyla dahi olsa bavulumuzu almak isteyen muavinleri biz hiç sevmeyiz. Öyle muavine verip de bavulu, “Nereye koyarsa koysun”  demeyiz. Bizzat bagaja kadar kendimiz götürür, nereye yerleştirildiğine bakar, muavinin verdiği fiş ile bagajın üzerindeki fişin numarası aynı mı diye tekrar tekrar kontrol ederiz. Bavulumuzun konduğu bagaj, koltuğumuzun tarafında ise içimiz daha da rahatlar çünkü o zaman her yolcu indiğinde camdan bakıp doğru bavulu mu aldı diye kontrol etmek kolay olur. Ama bagaj ters tarafta ise valla işte o zaman büyük sıkıntı var demektir. Bütün yolculuk boyunca her yolcu inişinde ayağa kalk, otobüsün öbür tarafına yanaş, koridorda camdan bak, bavulun yanlış ellere gitti mi gitmedi mi diye kontrol et.

“Uçakla yolculuk et o zaman, devamlı kontrol etme zorunluluğu yok. Binerken ver bavulu, inerken de al” diyebilirsiniz ama inan ki o daha büyük kabus. Çünkü uçağa binerken ayrıldığımız bavulumuzun uçağa yüklendiğinden emin olabilecek miyiz ki? Aslaaa!

İşte bu huzursuzluk tüm uçak yolculuğumuzu zehir eder. Bir de bu huzursuzluğun üzerine uçaktan inip, bagaj alım bölümünde bavulu beklerken yaşadığımız stres var ki Allah sizi inandırsın, ömrümüzden yıl çalıyor.

İnanın abartmıyorum, çok gerilirim o anlarda. Bavula sığmayan eşyalarımı doluşturduğum el bagajı denilen ucubeleri çekiştire çekiştire dönen bandın başında kendime iyi bir yer edinip, beklemeye başlarım. Benim gibi huzursuzlar da hemen kendini belli eder. Tutulan bacaklarına ve el bagajlarına aldırmadan, hemen bandın başında yerini almışlardır.

Diğerler gamsız yolcuların büyük kısmı telefonlarını açmışlardır. Geldiklerini veya vardıklarını anne-babasına, karısına – kocasına, arkadaşına haber verir, sağına soluna bakar. Biz bagaj huzursuzları ise gözlerimizle banda kilitlenmişizdir. Hareketsizliğimize son veren ise yürüyen bandın hareket etmesi olur.

Şöyle bir olduğumuz yerde kıpırdanır, duvar dibindeki canavar ağzına benzeyen deliğe gözlerimize dikeriz. Korkunç canavarın bavullarımızı kusup bize geri vermesi tek dileğimizdir. Canavarın insafa geldiğine inanmamızı sağlayan ise görmediğimiz bir hareketin sesidir. Canavarı besleyen yer görevlileri, bavulları birer birer dönen banda atmaya başlayınca çıkan sesler umudumuzu güçlendir.

En sonunda ilk bavul, canavarın ağzından yani yürüyen bandın olduğu duvar dibinden çıkar. Kimi bavullar onlarca tur atar o badın üzerinde. Sahipleri tuvalete gitmiş olabilirler, ağır ağır geliyor olabilirler,  bavullarını gördükleri halde telefon ile konuşmayı tercih ediyor olabilirler. Biz bagaj huzursuzları için ise böyle bir şeyin imkanı yoktur. Canavar bize bavulumuzu bahşettiği anda bandın etrafındaki kabalığı omuzluya omuzlaya oraya varırız ve biricik bavulumuza kavuşuruz. Hele bir de kırmızı ise bavulumuza daha çabuk kavuşuruz, çünkü hemen fark ederiz.

Artık seyahat için doğru yolda olduğumuza eminizdir. Çünkü bavulumuz bizimledir.  İhtiyacımız olan her şey onun içindedir. Onunla seyahatimiz huzurlu ve emniyet içinde geçecektir.

Bavulumuzda neler mi vardır? Mesela en başta çoraplarımız vardır. “Geç onları başka ne var?” diye sormayın, çorap önemli zira. İki teki iç içe sokarak, annemizden gördüğümüz gibi top yaparak, büyük ihtimalle de bavulun iç tarafındaki filenin içine özenle yerleştirdiğimiz çoraplarımız. Her güne bir çorap. Pantolonlarımıza uygun renkte çorap. Çoraplarımız olmadan nasıl yaşarız ki başka bir kentte?

Sakın “Oradan bir yerden çorap alırsınız veyahut çorapsız gezseniz ne olur?” diye düşünmeyin. Başka çorap olmaz, mutlaka evimizden getirdiğimiz kendi çoraplarımızı giymeliyiz. Evimizi gittiğimiz yere taşımaya ayaklarımızdan başlarız. Her adım attığımızda o çoraplar ayağımızda olmalı ki güvenle adım atalım. Yoksa kayboluruz bilmediğimiz bir kentte.

Kaybolmayı sevmediğimiz için bagajımızı da kaybetmekten de ölesiye korkarız. O yüzden bavulumuz kırmızı olmalı, hemen elimizin altında olmalı, uzak olmamalı, güvende olmalı. Öyle vapur güvertesinde, düşmeye yakın bırakılmamalı.

Yok bu böyle olmayacak… Gidip bavulun sahibini uyarmalıyım. Bavulunu kenardan çeksin. Onun yerine ben korkuyorum. Allah korusun, bavulu denize düşerse, çorapları olmadan bu koca İstanbul’da ne yapar?

* Fotoğraf için Sevgili Elif Yılmaz’a teşekkür ederim.

Bitmeyen biber mevsimi


kurutulmuş biber

Mutsuzluktan söz etmek istiyorum

Dikey ve yatay mutsuzluktan

Mükemmel mutsuzluğundan insansoyunun

sevgim acıyor

Uzadıkça uzayan yaz boyunca, en sevdiğim iş iplere kurutmak için biber dizmek oldu. Haziranda iğneyi öldürmek istercesine saplıyordum biberlere. Temmuz gibi daha nazik davranmaya başladım. Ağustos’ta okşar gibi dokunuyordum biberlere çünkü aklım başıma gelmişti, konuşabileceğim sadece onlar vardı. Biberleri kargılara tutturup, bazen dikine bazen yatay duvara yasladıktan sonra kendimi de duvarlara yaslayıp onlarla konuştum, mutsuzluğumu anlattım.

Biz giz dolu bir şey yaşadık

onlar da orada yaşadılar

Bir dağın çarpıklığını

bir sevinç sanarak

 Biberlerimin kurumasını devamlı izledim. Bir ara hergün fotoğraflarını çekeyim diye düşündüm. Şehre dönünce bir sergi açardım, adına da “Yeşilden Kırmızıya” derdim.  Aptal şehirliler de hayranlık ve sevinçle izler, “Aaaa biberler nasıl renk değiştirmiş” derlerdi. Sonra vazgeçtim. Bu da benim sırrım olarak kalsın. Nasıl olsa taşıdığım bir sürü giz vardı, bir eksik bir fazla ne fark ederdi ki!

En başta mutsuzluk elbet

Kasaba meyhanesi gibi

Kahkahası gün ışığına vurup da

Öteden beri yansımayan

Yani birinin solgun bir gülden kaptığı frengi

Öbürünün bir kadından aldığı verem

Bütün işhanlarının tarihçesi

sevgim acıyor

 Bir meyhanesi olaydı iyiydi kasabanın ama yoktu. Hata bendeydi belki de, kıraathanesi değil meyhanesi olan bir kasabaya gelmeliydim. Mecburiyetten her gece biberlerin yanına masa atıp, onlarla birlikte rakı içtim. Biberlerin biraz suskun olmasından sıkılsam da iki üç kere kıraathaneye gidince hata yapmadığımı aksine bilakis doğru yere geldiğimi anladım. Gündüz, “Yeğenim sen kimlerdensin, ne yapıyorsun buralarda?” diyen amcalardan kaçmak kolaydı da, gece olunca çay bardaklarında rakı içip, “Sen niye kaçtın buraya” diyen öğretmenden kurtulup zor attım kendimi eve. Hiç kimseye bir kadından kaptığım mutsuzluk virüsünü anlatacak halim yoktu Duvarın yanındaki masama oturup, rakının yanına acı biberi meze yapmak konuşmaktan daha az acıtıcıydı.

Yazık sevgime diyor birisi

Güzel gözlü bir çocuğun bile

O kadar korunmuş bir yazı yoktu

Ne denmelidir bilemiyorum

sevgim acıyor

Gemiler gene gelip gidiyor

Dağlar kararıp aydınlanacaklar

Ve o kadar

 Yalnız bu çocuklar yok mu, işte onlar herkesten zordu! Ne korkuyor, ne kaçıyor bir de üstüne her delikten çıkıyorlardı.  Duvarın üstüne çıkıp, ya yazı yazmamı ya da biberleri ipe dizmemi seyrediyorlardı. Güzel gözlerini kocaman açarak bana bakıyorlardı.  Belli ki onların yaz eğlencesi olmuştum. Bir onlardan kaçmadım çünkü hiç soru sormuyorlardı. Ben de onlara gemiler yaptım. Kağıttan gemiler. Yazıp yazıp bir türlü derdimi anlatamadığım mektupların, hikaye taslaklarının olduğu kağıtları yırtmak yerine gemiler yaptım çocuklara. Ne de olsa kasabaydı burası, hiçbir şey atılmıyordu, mutlaka değerlendiriliyordu. Hiç konuşmadan birlikte evin aşağısındaki dereye gittik, kağıttan gemileri yüzdürdük. Bir tek mektupların olduğu kağıtları suya bıraktığımızda derenin nereye ulaştığını merak  ettim. Dağlar kararırken eve dönüp, ertesi gün gemi yapacağımı kağıtların üzerine yazmaya devam ettim.

Sadece bazı gazetelerden kestiğim haberleri, fotoğrafları atamadım. 19 yaşında Ali İsmail isimli güzel gözlü bir çocuğa, Ankara’da Ethem diye yağız bir delikanlıya dair haberlerdi. Hiçbirini atmadım. Bazı geceler duvar dibindeki masama konuk oldular, onlar anlattı ben dinledim.

kurutulmuş biberr

Tavrım bir çok şeyi bulup coşmaktır

Sonbahar geldi hüzün

İlkbahar geldi kara hüzün

Ey en akıllı kişisi dünyanın

Bazen yaz ortasında gündüzün

sevgim acıyor

Kimi sevsem

Kim beni sevse

Haziranın birinde geldiğim kasabadan ağustosun son günü, 3 aydır evin önünde duran arabama binip şehre geri dönmeyi planlıyordum. İster son, ister ilk olsun içinde bahar olan hiçbir mevsimle ilgim kalmadığından baharlardan mümkün olduğunca uzaklaşmaya çalışıyordum. Sıcak ve sessiz bir yazın içinde kaybolmak üzere gelirken bu kavruk kasabaya şehir de geride kalacaktı. Ama bir park büyük şehirden gelip içimde ağaçlarıyla kök saldı. İçinde çocukların oynadığı değil mezar taşlarının olduğu bir parktı. Park benim içimde gezindi ben parkın içinde. Yüzlerce kilometre uzaktan isyanın kokusunu duyarken yalnızlığımın tekrarlardan ibaret tarihi biberler gibi kavrulup büzüştü.

Ölenlerin resimlerini kesmeye devam ettim gazetelerden. Abdullah, Mehmet, Ahmet, Medeni… Yaz ortasında bir genç ölüler albümü durmadan yaprak açarken, niye o kasabaya kaçtığımı da unuttuğum anlar oldu.

Eylül toparlandı gitti işte

Ekim filan da gider bu gidişle

Tarihe gömülen koca koca atlar

Tarihe gömülür o kadar

Yaz geçti. Eylül bitti. Kente döndüm. İki büyük torba dolusu kurutulmuş biber ve bir de gazete kesiklerini yapıştırdığım defterimi getirdim yanımda. Haziran başında kasabaya getirdiklerimin bir kısmını duvar dibindeki masanın altına gömdüm, bir kısmı da kağıt gemilerle birlikte suda eridi gitti. Sadece kollarımda birkaç güneş lekesi var, ruhumdaki gizli izlerin tenime vurduğunu anlatmak istercesine.

Masamın üzerinde yazdan getirdiğim biberler, bir de sayfaları açık uçları kıvrık bir defter var. İçinde güzel yüzlü hiç yaşlanmayacak gepegenç adamların fotoğraflarının olduğu defter. Tarihe değil güneşe gömülen güzel çocukların fotoğrafları…

Ekim de gidecek, zaten hiçbir ekim kışa karşı koyamamıştır ki bugüne kadar…. Ama bu ekim, arkasından kasım, onun arkasından da kış sokaklardan, parklara açılan yollardan yürüyerek geçecek.

Ben de aylara eşlik ederim; nasıl olsa bütün kış yetecek kadar yazın kurutulmuş biberim, yazdan kışa bir dirhem yaşlanmayan güzel yüzlü çocukların hatırası ve fotoğraf yapıştırmak değil yazmak için boş sayfaları olan bir defterim var.

(İtalik olan yazılar Turgut Uyar’ın “Acıyor” isimli şiiridir) 

 

Ses hiç ölür mü?

TUNCEL KURTIZ

7-8 yıl önce bir haftasonu, kafa dinlemek için Kaz Dağları’na gitmiştim. Hiç bilmediğim bir yerdi o yüzden bir arkadaşımın tavsiyesi ile de Tuncel Kurtiz ile eşi Menend Kurtiz’in işlettiği Zeytinbağı Oteli’nde kalmaya karar verdim. İzmir’den Kaz Dağları’na giderken yol boyunca aklımda “Acaba Tuncel Kurtiz ile de karşılaşır mıyım” sorusu vardı. Ama bu soru aklıma her geldiğinde, “Karşılaşsan ne olacak ki? Umut’un, Sürü’nün Tuncel Kurtirz’i seninle mi konuşacak” diyerek yine aklımdan kovdum.
Önce Edremit’e ardından Güre’ye vardım, otele ulaştım, yerleştim. Akşamüstü otelin bahçesine çıktığımda bahçeye bir baktım; “Aaaa, Tuncel Kurtiz”.
Gittim bir masaya oturdum. Hiç sektirmeden yanıma geldi “Hoş geldin. Delikanlı nasılsın” diyerek sohbete başladı. Kazdağları’nı ne kadar sevdiğini, ertesi gün benim neler yapabileceğimi, o günlerde çektiği dizi olan Hacı’yı, diziyi pek sevmese de yine de oynayacağını, dizi için sakal bıraktığını, sinemayı televizyondan çok daha fazla sevdiğini anlattı. Amcam, dayımmış gibi konuşuyordu benimle.

“Yarın sabah köpekler ile yürüyüşe çıkacağım” istersen sen de gel dedi. Bense bu yaşımda onun enerjisinden utanmayıp, “Yorgunum be abi, (Vallahi gayri ihtiyari ağzımdan abi çıkıverdi, düşünün artık siz o yarım saatlik sohbetin gücünü) uyurum biraz” dedim.
Bok varmış gibi uyudum da… Gitmedim o yürüyüşe. Gitsem daha da neler anlatacaktı? Belki çok sevdiği Yılmaz’ı (Güney) anlatacaktı, filmler üzerine konuşacaktık. Ama ben uyudum. Aferin bana!
Ondan sonra da defalarca aklımdan geçmesine rağmen bir daha otele de gidemedim, iş güç var ya. Aferin bana dimi, böyle çalışmaya da devam edeyim ben.

Ama ondan sonra hep daha bir çok sevdim Tuncel Kurtiz’i. Her izlediğimde sağımda solumda kim varsa dürttüm, “Ben tanıştım oğlum Tuncel Kurtiz ile. Acayip güzel bir adam. Vallahi görseniz hakikatten bu Dayı karakterindeki gibi bir adam” dedim.”Valla mı?” diyenlere de, “Valla tanıştım. Adamın sesi gerçekte de böyle” dedim.

Ne saçma bir cümle! “Adamın sesi gerçekte de böyle”…

Bir insanın hem sahte hem gerçek sesi olabilir mi ki? İnsan sesini değiştirip kendini de değiştirebilir mi ya da kendi sesini taklit edip kendinin karikatürünü çizebilir mi ses ile?

Şimdi yorgunluğuma ile pek çok şeyi ıskaladığım Kaz Dağları tatilini bir kez daha düşündüğümde en çok sesini hatırladığımı görüyorum Tuncel Kurtiz’in. Çünkü hepimizin ilk önce içinde bir yerlere dokunup sonra da tüm hücrelerinde bazen aşk bazen öfke bazen isyan bazen hüzün taşıyan o ses, Kurtiz’in de tam içinden geliyordu. Kalbinden veya beyninden bile değil daha derin bir yerden geliyordu. En derinden ama en saf yerinden, geliyordu ses. O yüzden bana “Delikanlı, hoş geldin” dediğinde de şiir okurken de hepimizi TV başına mıhlayan bir dizisini veya filmini izlerken de aynı ses tonu vardı. Tuncel Kurtiz neyse oydu. Sesi de öyleydi, o kadar gerçekti. Kulağın ayrı bir hafızası ve ayrı bir aklı vardır ve asla yanıltmaz insanı. Tuncel Kurtiz, ruhuyla konuşuyordu.

Şimdi kulağımızdan hiç silinmeyen o sesin sahibinin, biricik Dayımızın, Duvar filminin Tonton Ali’sinin, benim unutulmaz Kazdağları tatilimin Tuncel Abi’si öldü diyorlar.

Kusura bakmayın ama “Hadi lan” diyorum. “Ses” hiç ölür mü? Ses en fazla susar ama duyulduğu her kulakta yaşamaya devam eder…

(Fotoğraf, Radikal Gazetesi’nin internet sitesinden alınmıştır)

Duvar çoktan yıkılmıştı

thewall

Gezi direnişi sırasında kaybettiğimiz, öldürülen Ali İsmail Korkmaz, Ethem Sarısülük, Abdullah Cömert ve Mehmet Ayvalıtaş… Eylemler sırasında köprüden düşerek hayatını kaybeden polis memuru Mustafa Sarı.

Orada, o duvarın üzerinde fotoğrafları olmamalıydı. Duvarın üzerinde değil, duvarın önünde, aramızda olmalıydılar. Büyük bir Pink Floyd hayranı olan Ali İsmail Korkmaz mesela, konser için aramızda olabilir, bizimle birlikte “Hey Teachers, leave us kids alone” diye avazı kadar çıktığı bağırıp, Roger Waters’a eşlik edebilirdi. Ne bileyim, Ethem Sarısülük, konser haberini ertesi gün gazeteden okuyabilir, Abdullah Cömert veya Mehmet Ayvalıtaş TV’de konserin haberini izleyebilirdi. Ama imkânı yoktu çünkü duvarda tuğla olmayı kabul etmemenin bedelini canlarıyla ödemişlerdi…

“Roger Waters – The Wall Live” konseri aylar öncesinde ilan edildiğinde belki de Ali İsmail Korkmaz’ın da aklına düşmüştü konsere gitmek. Benim gibi, o gece İTÜ Stadyumu’nu dolduran onbinler gibi…Nasıl aklımıza düşmezdi ki bir rüyanın gerçeğe dönüşmesiydi The Wall’u canlı dinlemek ve izlemek. Evet izlemek, çünkü The Wall sadece dinlenmezdi aynı zamanda izlenirdi.

Konserin ilk duyurulmasının ardından, ben de dahil pek çok Pink Floyd hayranı konsere gitmeyi planlarken mayıs ayının son günlerinde sadece konser planlarımız değil hayat planlarımız bile değişti. Sabahın köründe yatağın içinde oturmuş İstanbul’da ağaçları kurtarmak için mücadele ederken dövülen, neredeyse bir metreden yüzün gaz sıkılan, çadırları yıkılan insanları izliyordum. Hayatım(ız)a “Gezi” girmişti. Daha doğrusu İstanbul’dan ve Türkiye’nin dört bir yanından biz Gezi Parkı’na girmiştik.

Bir avuç cesur insanın İstanbul’da Taksim Gezi Parkı’nda ağaçların kesilmemesi için başlattığı direniş, milyonlarla tüm ülkeye yayılırken bildiğimizi sandığımız her şeye yeniden bakmak zorunda kaldık. Direniş, dayanışma, hoşgörü, cesaret gibi unuttuğumuz kavramları hatırladık, Gezi Parkı ile birlikte hafızamız yenilendi. Bizim için artık hayat “Gezi’den önce ve Gezi’den sonra” şeklinde ikiye ayrılıyordu. Dünyaya ve hayata Gezi Parkı’ndaki ağaçların arasından açtığımız pencereden bakıyorduk.

Dünyaya Gezi Parkı’ndan bakarken Roger Waters’ın da bizimle olduğunu öğrendik. Gezi Parkı eylemlerin tam ortasında gönderdiği mesajında, “Ne zaman bir erkek, bir kadın ya da çocuk sokaklara çıksa ve insan hakları için, kendi kaderini tayin etmek için, demokrasi için, Mistress Liberty (Bayan Özgürlük) için ayaklansa dünyanın geri kalanı onlara borçlanır. Panzerden fışkıran suyun karşısında, göz yaşartıcı gaz bulutlarının içinde fiziksel olarak sizinle değiliz ama ruhen sizinleyiz” diyordu.

“Bugün yaptığınız şeyden daha önemli hiçbir şey yok” diye de eklemişti mesajının sonunda Roger Waters ve gerçekten bizim için daha önemli hiçbir şey yoktu. The Wall’u yazmış, kendi ülkesi başta olmak üzere dünyanın her yerinde insan hakları ihlallerine karşı durmuş bir adamın da bizden yana olmasından daha doğalı olamazdı.

O mayıs ayı sabahının üzerinden aylar geçti. Kağıt üstünde, muktedirlerin dilinde direnişimiz bitmiş gibi gözükse de, kazandıklarına kendilerini inandırmaya çalışsalar da biz çok şey kazandığımızı biliyorduk. Gazi Parkı ile birlikte hayata baktığımız yer değişmişken, neredeyse unuttuğumuz Roger Waters buluşmamızın da zamanı gelmişti.

Konser öncesinde efsanevi duvarda, idam edilen başbakan Adnan Menderes’in, katledilen gazeteciler Uğur Mumcu ve Hrant Dink’in fotoğraflarının yer alacağını öğrenmek heyecanımızı daha da arttırırken, kafalar da biraz karıştı. Menderes ile Mumcu ve Dink’in fotoğraflarının yan yana yer almasına ilişkin tartışmalar bir yandan hem zihnimizde hem medyada dönerken, bir diğer sıkıntımız da kuşkusuz Garanti Bankası’nın sponsorluğuydu.

Bu kadar büyük bir organizasyonun sponsor desteği olmadan yapılamayacağı malumumuzdu ama yine de bizi yabancı haber kanallarından ülkemizi izlemeye iten bir grubun sponsorluğu son derece rahatsız ediciydi. Çelişkiler içinde 4 Ağustos 2013 Pazar günü İTÜ Stadyumu’na varıp da konser alanına stadın hemen üzerindeki doğal beleş tepeden bakınca donakaldım. 120 metrelik duvar, onbinlerce insan, hemen üzerimizde de vince takılı planörden küçük, maketten irice bir uçak…

Tüm bu büyük gösteriye, harika şova, The Wall’ı hem izleyip hem dinleyen ölümlülerden biri olma şansını elde etmemize karşın içimizde bitmeyen bir kıpırtı, bir rahatsızlık vardı. Gördüklerimizden, duyduklarımızdan başka türlü bir şey, başka bir an da olmalıydı. “Gezi’yle ilgili konserde neler olacak?” sorusu sadece benim zihnimde değil konsere gelenlerin büyük kısmının zihninde büyüyordu. Elbette “Her yer Taksim her yer Direniş” sloganımızı atacaktık, mutlaka Gezi’ye dokunacaktık. Öyle de oldu zaten, daha konser başlamadan onbinlerce kişi stadyumu inlettik. Bir konsere çok fazla anlam yüklüyor gibi gözüksek de aslında artık böyleydik, feci halde politize olmuştuk. Her yer, konser salonları, stadyumlar, parklar bizim için eylem alanıydı. O yüzden de başka bir şey de olmalıydı.

Bu kıpırtı devam ederken konser “In The Flesh” ile başladı. Konsere girişte gördüğümüz vinç üzerindeki uçak duvara çarptı, bir bölümünü yıktı. Anlatması, ifade etmesi gerçekten çok zor, harika bir konserin içine girmiştik. Tüm albümün en iyi bildiğimiz parçalarından olan “Another Brick in The Wall” çalmaya başladığında coşkumuz iyice zirveye çıktı. Her zamanki gibi sahnede yine çocuklar vardı ve bizde onlarla birlikte bağırıyorduk, “Hey Teachers, leave us kids alone”.

İşte iki bölümlük Another Brick in The Wall bittiğinde, konserin başından beri düşündüğüm, beklediğim “an” geliverdi. Çok ama çok hüzünlü bir andı. Ordaydılar Ali İsmail Korkmaz, Ethem Sarısülük, Abdullah Cömert , Mehmet Ayvalıtaş ve Mustafa Sarı. Sadece Medeni Yıldırım yoktu, o da duvarda olsa hiçbir eksik kalmayacaktı.

Düğüm düğüm olan boğazımızdan sesimizi ne kadar çıkabiliyorsa o kadar çıkartarak bağırdık, “Her yer Taksim, her yer Direniş” diye. Yıldızların altında, gençliğimizin rock yıldızıyla birlikte Gezi için, özgürlük için, demokrasi için, adalet için direnirken yıldız gibi kayan canlarımızı anıyorduk. Çok ama çok hüzünlüydük, buruktuk ama yine de umutluyduk, dirençliydik.

Roger Waters sadece duvarda kayıplarımızın fotoğraflarını yansıtmakla kalmayıp Türkçe sözlerle konseri 2005’de Londra Metrosu’nda polis tarafından öldürülen Charles De Menzesis’in şahsında “Dünya’daki devlet terörü kurbanlarına” adadı. Roger Waters konseri ve şarkılarını adamasının hemen ardından söylemeye başladığı “Mother”da zaten en doğru soruyu da soruyordu.

“Mother, should I trust the government? (Anne hükümete güvenmeli miyim?)”

Cevap yine Türkçe olarak duvardaydı, “Kesinlikle HAYIR”. Çünkü dünyanın neresi olursa olsun muktedirlerin kanlı sicilleri aynıydı, kurbanların ise sadece isimler değişiyordu. Londra’da Charles, Ankara’da Ethem, Eskişehir’de Ali İsmail…

Duvarda kayıplarımızı gördüğümüz ve hep birlikte Mother’ı söyleyerek çıktığımız zirveden bir daha da inmedik. “Godbye Blue Sky”dan “Hey You”ya, “Is There Anybody Out There”den “Comfortably Numb”a kadar unutamadığımız her şarkıya dolu dolu eşlik ettik. Hatta öyle ki konser öncesinde “David Gilmour olmadan Comfortobly Numb olur mu ki?” sorusu bile aklımdan silinip gitmişti.

rogerwaters

Tüm konser görsel bir şov şeklinde devam ederken, duvarda da dünyayı kana boğan siyasetçilerin, kimi zaman bağnaz yanlarıyla savaşlara yol açan dinlerin, insanları sömüren küresel şirketlerin simgeleri vardı.

Konser başında gedik açılan duvar, şarkılarla birlikte parça parça tamamlandı. Birinci bölümden sonra verilen arada da duvara Türkiye’de dâhil çeşitli ülkelerde insan hakları ihlalleri, devlet terörü, savaşlar, faili meçhuller ile hayatını kaybedenlerin resimleri ve bilgileri yansıtıldı. Duvar, insanlığın ortak utanç duvarı olarak ufkumuzu kaplamıştı.

rogerwaters

Waters ve arkadaşları savaş karşıtlığının marşlarından “Bring the Boys Back Home”u çalmaya başladığında yine “bizim çocukları” düşündüm. “Ehem’i, Abdullah’ı, Ali İsmail Korkmaz, Medeni’yi, Mehmet’i geri getirin” demek istedim ama imkânı yoktu, çünkü bizim çocukları geri dönüşü olmayan bir yere götürmüşlerdi.

Harikulade müzik, korkunç kuklalar, üzerimizde uçan ve en sonunda seyircinin üzerine inen şişme bir domuz balon, duvara yansıyan uçakların, helikopterlerin, silahların dört bir yandan gelen sesleri 1.5 saate yakın süre boyunca kanımızın çok daha hızlı akmasını sağladı. İlk defa yaklaşık 20 yıl önce kasetten dinlediğim hikayemizi bu sefer canlı olarak dinledim. Sistemin çevrelediği, okulun, ailenin, devletin sadece duvarda bir tuğlaya indirgeyip sonra savaş makinelerinde öğüttüğü, ya öldürdüğü ya da her şeye yabancılaştırdığı bizlerin hikayesi… Bu hikayeyi anlatırken de Waters, müziğin yanına sinemayı, mimariyi, plastik sanatları, grafik sanatları katıyor kutsal olduğuna inandırıldığımız her şeye saldırırken duvarı yıkmak için yol gösteriyordu.

Konser boyunca gösterilen filmlerde birkaç kez sanal olarak yıkılan duvar, konser sonunda gerçekten yıkıldığında tüm izleyicilerin aklından geçen aynıydı “İşte bu. Duvar yıkılabilir”.

Akşam konser dönüşü yaşadığım büyük heyecanı, hüznü, coşkuyu paylaşmak için artık “Resmi yayın organımız” haline giren twittera baktığımda koca bir taş yüreğime oturdu. Eskişehir’de “Eli sopalılar” tarafından öldürülen ve büyük bir Pink Floyd hayranı olan Ali İsmail Korkmaz’ın ağabeyi Gürkan Korkmaz, “Ali İsmail’e ‘Oğlum bir gün Waters konserinde duvarda olacaksın’ deseydik sevinçten ağlardı. Şimdi o duvarda gülüyor, biz burada ağlıyoruz” yazmıştı.

Bir an müzik sustu, sadece karanlık ve koca bir duvar kaldı zihnimde. Bir de duvarın üzerinde Ali İsmail’in ve diğer canlarımızın fotoğraflar Duvar çoktan yıkılmıştı ı. Biz yine de planlarımızı gerçekleştirebilmiş konseri izleyebilmiştik. Belki de Ali İsmail Korkmaz’ın da konseri izleme planları vardı. Abdullah’ın, Mehmet’in, Medeni’nin, Ethem’in de konserle ilgili olmasa bile nice hayata dair planları vardı. Ne planları olduğunu asla bilemeyecektik, çünkü ölmüşlerdi.

Sonra sessizliğin içinde sesler yükselmeye başladı, Waters’ın sesini duydum.

“Is there anybody out there? (Orada birisi var mı?)”

Onbinler “Evet, buradayız” cevabı niyetine konser sonunda bağırmıştı: “Bu daha başlangıç mücadeleye devam.”

rogerwaters

Ali İsmail, Abdullah Cömert, Ethem Sarısülük, Mehmet Ayvalıtaş, Medeni Yıldırım da duvarda değil bizimleydi. Zaten, artık duvar da yoktu ki! Birilerinin korkuyla ördüğü bizim de zamanında “Bizden bir şey olmaz, dayanışmayı bilmiyoruz” diyerek” tuğla taşıdığımız duvar, Geziparkı’nda çoktan yıkılmıştı.

*Yazının girişindeki fotoğrafını kullanmama izin veren Kadri Gürsel ile yazıdaki diğer fotoğraflarını kullanmama izin veren Erdal Mahir Cüran’a sonsuz teşekkürlerimle…

İntizam

intizam

 

Pek çok çeşidi bulunan Fas’ın ünlü Argan yağları ile esansların bulunduğu şişeler, boyutları ve içindeki kokuların cinsine göre yan yana dizili. Çorapların üzerinde ki sahte logoların uçları bile aynı yöne bakıyor. Camekânın içindeki tişört paketlerinden bir tanesi dahi ters durmuyor. Kendi içinde renklerine göre gruplandırılan bereler, ufukta yan yana dizilmiş aynı yükseklikteki tepeler dizisini hatırlatıyor. Büyük ihtimalle ihtiyar satıcının gençliğine ait olan siyah beyaz fotoğraflar ise bir karışlık çıkıntıya yukarıdan aşağıya doğru ip gibi dizilmiş. Pasajın duvarına yaslanmış 7-8 raflık açık dolap ile bir camekândan oluşan ve en fazla 2 metreye 3 metrelik küçücük dükkana, büyük bir intizam hâkim.

Sattığı her şeyi ahenkle dükkânına yerleştirip müşterilerini beklemeye çekilen ihtiyar satıcı için artık sürprizlere yer yok. Satıcı sürprizleri dışarıda bırakınca biz alıcılar için de tercihler kısıtlı. Satılan her şey o kadar düzenli olarak gösteriliyor ki kısa bir göz turu ile küçük dükkana hâkim olmak mümkün. Yani malları karıştırıp, birden hiç beklemediğiniz bir ürünle karşılaşıp, “Aaa, bunu buldum” deme şansımız yok. Tek yapabileceğimiz bize sunulanlar, gösterilenler arasından seçim yapmak. Ben de öyle yaptım, tezgâha yaklaştım, yarım dakikada her şeyi taradım, bir şişeyi seçtim; ikimiz de birbirimizin dilini bilmememize rağmen bir dakika içinde de alışverişi tamamladım.

İntizam, hayata karşı alan daraltan bir savunma kurgusudur. İhtiyar satıcı gibi intizam ile oyun alanını daraltırsanız “sürpriz” dediğimiz golleri yeme ihtimaliniz azalır. Değişikliklerden, sürprizlerden mahrum kalırsınız ama risk de almazsınız.

Küçük paketimi çantama yerleştirirken hücum yerine savunmayı tercih eden ihtiyar satıcıya ilişkin aklımda kalan soru, tüm hayatı boyunca intizam ile savunmada kalarak mı yaşadı, yoksa yaşı ilerleyince yaşam enerjisi dediğimiz kondisyonu düştüğü için mi savunmaya çekildi? Sorumun yanıtı ihtiyar satıcının yüzündeki gölgelerde saklıydı.

 

1+8, sınırlar ve dil

1+8

Dikdörtgen, uzun ve karanlık bir salon. Her duvarda ilk bakışta hangi sıralama ile yerleştirildiği anlaşılamayan 8 projeksiyonun görüntüsü. Her birinde eş zamanlı olarak oynayan filmler. Karanlık bir odada komşularınız ile çerçevelenmiş iken, sınırların hem berisini hem ötesini izlemenin çarpıcı deneyimi…

Bu şekilde anlatması biraz zor olmuş olabilir. Ama gerçekten izleyeni hemen kavrayıp ardından boş bir çuval gibi o sınırdan diğerine savuran bir enstalasyon olan 1+8”in yaşattığı görsel yolculuğu ve sınırlara ulaştıran zihinsel deneyimi kelimelere dökebilmek son derece güç. Salt Galata’daki 1+8”, Türkiye ve sekiz komşusu üzerine Cynthia Madansky ve Angelika Brudniak tarafından çekilmiş aynı adlı belgesel filmin sekiz ekranlı bir video enstalâsyonundan oluşuyor. Her bir ekranda Bulgaristan, Ermenistan, Gürcistan, Irak, İran, Nahçıvan, Suriye ve Yunanistan sınırlarının iki tarafında yaşayan insanların hayatlardan kesitler sunuluyor. Sadece bir ekrandaki görüntülerde röportaj duyulabilirken, diğer ekranlardaki görüntüler sessizce akmaya devam ediyor. Bu çarpıcı eseri hazırlayan Cynthia Madansky ve Angelika Brudniak, proje bildirisinde amaçlarını şöyle anlatıyorlar:

“1+8  filminin yapımı bizi derinden etkileyen bir deneyim oldu. Neredeyse iki yıl boyunca seyahat ederek dokuz ülkede, birbirinden çok farklı 16 bölgede çekim yaptık. Sınırlarda yaşayan yüzlerce kişiyle tanıştık; nadiren görülen, duyulan bu insanları görüntüledik. 131 dakikalık film, topladığımız ses ve video malzemesinin ancak küçük bir bölümünü içeriyor.

Projenin başından itibaren 1+8’in video enstalasyonunu yapma fikri bizi heyecanlandırıyordu. Çünkü çok ekranlı projeksiyon formatı, eşzamanlılık ve birbirine bağlılık deneyimini mükemmel bir biçimde sağlıyor. Bu formatta hazırlanan 1+8, izleyiciyi sekiz ayrı sınırın her iki tarafındaki hayatlar üzerine düşünmeye davet ediyor.

Enstalasyonun özneleri sınır insanları; bireysel portreler ve kişisel karşılaşmalar… Bu, ülkelerinin sınırında yaşayanları birleştiren ve ayıran unsurları ortaya çıkarıyor. 1+8 ayrıca, kimlik, aidiyet ve hayali bir topluluk olarak ulus kavramlarını sorguluyor.”

Madansky ve Brudniak’in amaçlarına kolayca ulaştığını söylemeliyim.  Karanlık salona girdiğiniz andan itibaren Türkiye’nin içinde kayboluyorsunuz. Tek bildiğiniz Türkiye’desiniz ama neresinde? Hangi sınırda? Gürcistan sınırındaki Hopa’da mı, Bulgaristan sınırındaki Armutveren’de mi, Suriye Sınırı’ndaki Nusaybin de misiniz?

Salonun ortasında karanlıkta ayakta dururken birden Gürcistan Sınırı’ndaki Hopa’da tezgahtar bir kızın kah utanıp kah gülerek, “Gürcistan’dan gelenler aslında iyi insanlar. Ama burada başka bazı şeyler yapmak zorunda kalıyorlar. Bu da onları kötü gösteriyor” demesini izlerken, tam arkanızdan bilmediğiniz bir dilden sesler geldiğini duyup arkanızı dönünce, Yunanistan sınırındaki Amoria’dan 35 -40 yaşlarındaki bir adamın çocuğunun geleceği ile ilgili sıkıntılarını anlattığını altyazıdan anlıyorsunuz.

İşte o zaman projeksiyonların da rastgele yerleştirilmediği de anlaşılıyor. Salona girer girmez solunuzdaki duvarda Yunanistan, onun birleştiği uzun duvarın yakın köşesinde Bulgaristan ve aynı uzun duvarın diğer kıyısında Gürcistan, karşısındaki kısa duvarda yan yana Ermenistan ve Nahçıvan, diğer uzun duvarda da İran, Irak ve Suriye Sınırları. Yani dikdörtgen bir ülke olan Türkiye’nin sınırları yine dikdörtgen salonun duvarlarına haritadaki konumlarına göre yerleştirilmiş, adeta harita canlandırılmış.

Haritanın içinde sınırlarını izleyerek dört dönüyor izleyen. Bir sınırın berisinden bir ötesinden röportajları dinlerken en çarpıcı olan sadece bir videonun sesini duyduğunuz anda diğer 7 ekranda da sessizce filmlerin akmaya devam etmesi. Yani siz bir sınıra odaklandığınız anda diğer sınırlarda da hayat akmaya devam ediyor. Sergi tanıtımında söylendiği gibi sadece afet ve kriz zamanlarında hatırlanan bu insanların biz baksak da biz bakmasak da hayatları sürüyor. Tıpkı onların bize baktığında hayatlarımızın akıp gittiğini gördüğümüz gibi.

Anlatılanların bazıları bildiğiniz daha doğrusu bildiğinizi sandığınız hikayeler. Sınırda kaçakçılık, kuzey komşularında fuhuş, mültecilerin dramları, geçim sıkıntıları… Ama dinledikçe bildiklerinizden çok farklı hayatlar olduğunu gördüğünüz gibi bir süre sonra neresi sınırın Türkiye tarafı neresi öteki tarafı onu karıştırmaya da başlıyorsunuz. Hele ki sessiz akan videolardan birisi ise yani “Dil” yok ise anlamak giderek zorlaşıyor. Çünkü Ermenistan – Türkiye sınırındaki Armaviz ile Iğdır’da yapılan çekimlerdeki yaşlı teyzenin sesini duymadıkça Türk mü Ermeni mi olduğunu anlamanın imkânı yok. Konuşmaya başlayınca Ermeni olduğunu anlıyorsunuz da yaşadığı büyük geçim sıkıntısını anlatınca hikâyenin sizin de hikayeniz olduğunu duyuyorsunuz. İran veya Irak sınırına baktığınızda ise aynı kahverengi toprakları aynı poşuları görüyorsunuz. Türkiye – Bulgaristan – Yunanistan üçgenindeki insanların hareketleri, jestleri öylesine aynı ki…

Peki bizi ayıran sadece dil mi? Onu da aşanlar var. Türkiye – Suriye sınırının bize göre öte tarafındaki Kamışlı’da küçük Suriyeli kızlar kıskandıracak kadar akıcı Türkçeleri ile konuşurken, Türkçeyi dizilerden öğrendiklerini belirterek, arkadaşlar olarak aralarında gizli konuşmak istedikleri bir şey olursa Türkçeyi kullandıklarını kıkırdayarak anlatıyorlar. Hani biz de çocukluğumuzda kendi aramızda “Kuş dili” konuşurduk ya, onun gibi. Ne farkı var? Ama biz büyüdük ve kuşdilini unuttuk.

Dil bile bizi ayıramıyorsa o zaman anlaşılıyor ki sınırların hepsi bizim kafamızın içinde. “1+8” harita üzerinde birer çizgiden ibaret olan sınırlara can verenin bizim zihniyetimiz olduğunu çok güçlü bir görsel dille anlatıyor.

Aslına bakarsanız dikdörtgen ülkemizde yaşarken komşularımızla olan sınırlara bile gerek kalmadan, bizden olmayan herkesi “Öteki” olarak görüp sınırları çiziyoruz.

“1+8” enstalasyonu sadece Türkiye’nin sınırları, sınır insanları, benzerlikler ve farklılıklar üzerine değil “Süreç”le birlikte ülkenin içindeki sınırlar üzerine de düşündürürken, “Sınırları aşmak için ihtiyacımız olan belki de çocukluğumuzdaki gibi ortak bir dil oluşturmak, kuşdilini hatırlamak” dedirtiyor.

Not: Salt Galata’daki serginin son haftası. 14 Nisan’da sona eriyor. Sınırlar üzerine düşünmek isteyenlere tavsiye olunur.

Gölgesiz ölüm

FAS

Fas’ın Marakeş kentindeki bu mezarlığı gördüğümde aklımdan geçen ilk şey, “Bu kadar büyük bir mezarlığı, bu kadar çok ölümü fotoğraf karesine sığdıramam ki” oldu. Şaşkınlığım çok büyüktü. Gördüğüm ve hatta görebileceğim en uçsuz bucaksız ölüm tarlası ile karşı karşıyaydım.

Okyanus kıyısında bir yamaçta binlerce mezar… Beyaz, çöl sarısı, mavi renkte mezar taşları göz alabildiğine uzanırken bu mezarlığı bildiklerimden daha çarpıcı yapan uçsuz bucaksız gibi gözükmesi değil, bildiğimin aksine gölgesiz bir ölümle karşılaşmamdı.

Benim ülkemde servilerle dolu mezarlıklar ölümü olduğu kadar biraz da huzuru çağrıştırırlar. Mezarlar üzerine vuran uzun servilerin gölgeleri hüzün ve acıyla gelenlere sığınak olur. Gölgeler ölümü gizler.

Aynı dinin ölüme daha güneşli baktığı Fas’ta ise binlerce mezarın üzerinde hiç gölge yok. Güneş bir engelle karşılaşmadan mezarlara vuruyor. Ölüm acısı ile güneşin sıcaklığı birbirine karışırken, gölgesiz ölüm karşısında huzur o kadar uzak ki…

Belki de servilerin gölgesine sığınırken bizim yaptığımız kendimizi kandırmak. Dışarıdan bakanlar için servilerin altında hüzünlü ama huzurlu ve gölgeli bir hava vardır. Ya mezarlığa sonsuza kadar bir sevenini bırakmış olanlar? Onların hayatının üzerine servilerin değil ölümün gölgesi düşer ve o gölge bir daha asla kalkmaz.

Ölümün olduğu yerde ağaç olsa da olmasa da gölge vardır.

Ya sabır!

sabir

Kehribarlar, akikler, oltular, kuvarslar yan yana dizilmiş… Beyazıt Meydanı’ndaki diğer tespih satıcıları gibi o da tüm tespihleri taşların cinsine, renklerine, boyuna göre yan yana sıralamış.

Taşların bu rengarenk büyüsüne kapılmamak elde değildi, hele ki çok sevdiğim akik taşından bir tespih de bu cümbüşün içinde gözümü alırken…Tezgâha yaklaşıp da tüm tespihlerin küçük kilitlerle üzerlerinde yer aldıkları örtüye tutturulduğunu gördüğüm anda büyük hayal kırıklığına uğradım.

Beğendiğiniz tespih olursa satıcı kilidini açıp gösteriyordu ama ben fiyat bile sormadan yürüdüm gittim. Çünkü uzaktan gördüğüm anda satıcının onlarca tespihi her sabah, itinayla ve sabırla tezgahına dizdiğini hayal etmiştim. Oysa tezgâha yaklaşınca, satıcının tek yaptığı şeyin sabah gelip tespihlerin takılı olduğu örtüyü sermek, akşamda giderken toplamak olduğunu anladım. Bir de arada satılan olursa, yerine yenisini takmak.

Hayal kırıklığımın nedeni, tespih satıcısından bir sabır kahramanı yaratma hayalimin yerle bir olmasıydı. Tespih ile sabrı yan yana getirip bir kahraman yaratmak istemem son derece doğal bir hayaldi.

Hepimizin ihtiyacı olan bir hayaldi çünkü her şey, her geçen gün hızla değişirken ve zaman yanımızda değil önümüzde koşarken, yaşadıklarımızı anlayabilmek için cebimizde akik bir tespih ve hayatımızda sabrı nişan gibi göğsünde taşıyan insanlar olsun istiyoruz ki zamanı değil onları izleyebilelim. Hıza karşı sabra sığınmak isteyen zavallılarız biz.

Tespih satıcısı ise hayallerimi yıkan, rutin içinde tezgahını açan – kapayan sıradan bir adam.

 

Rutin?

 

Ama ben onun rutinini bilmiyorum ki… Ya bugün, dün veya önceki aydan beri değil de yıllardır hatta uzun yıllardır bu tezgahı açıyorsa? Sıkılmadan, bıkmadan yıllarca bir rutini sürdürüyorsa? Belki de sessiz tespih satıcısı sabrı bir nişan gibi değil bir yara izi gibi taşıyordu göğsünün üzerinde.

İnsan önce insana sabretmeyi öğrenmeli ki hayata katlanabilsin. Bir insanı hemen yargılamak sabra karşı yapılmış en büyük ihanet olacaktı ve hayat haini olmak istemiyordum hele ki akik tespihleri seven birisi olarak.

Tezgaha geri döndüm, satıcıya yöneldim, sordum:

–          Şu akik olanı versene bir bakayım. Kaç para bu?

Duvardan bağıran bir ölüm

olum

Ölümünün 17. Yıldönümü’nde Metin Göktepe’yi ve “Şüpheli” ölümleri bir kez daha hatırlamak, unutmamak için…

Binalar bazen yavaş yavaş ölür. İlk önce insanlar gider, terk edilir binalar. Sonra birileri camlarını, kapılarını söker. Boyaları dökülür. Demirleri paslanır. Bir gün ise artık binanın yerinde sadece boş bir arsa olduğunu fark edersiniz.

Bazen de bir anda ölür binalar. Bir yangında, bir depremde ölür. Gözlerinizin önünde kül olabilir veya toprak yığınına dönebilir.

Her halükarda bir şahidi vardır binaların ölümünün. Ben de bu binanın ölümüne şahitlik edenlerdenim. İstanbul Galata’da, Serdar-ı Ekrem Çıkmazı’ndaki güzelim binanın önünden her iki – üç ayda bir geçtiğimde, biraz daha çöktüğünü, döküldüğünü, öldüğünü görüyorum.

Ama binanın zemin katında, camsız iki pencerenin arasına bir grafitti olarak çizilen Abdurrahman Sözen nasıl öldü? Grafittinin altında “Ben Abdurrahman Sözen, karakolda öldürüldüm” yazıyor. Gazete haberlerine, resmi kayıtlara göre ise bir “Karakolda intihar” vakası. En fazla, “Karakolda şüpheli ölüm” diye yazanlar var.

Tanık yok, kayıt yok. Bu ülkenin bir evinde Abdurrahman Sözen için bitmeyen bir kanama yıllardır sürerken, bu ölen bina da kendi ölümünü bir kenara bırakıp Sözen için bağırıyor, kanıyor. Bu bina son nefesini vermeden önce, “Ben ölüyorum ve siz görüyorsunuz. Peki Abdurrahman Sözen nasıl öldü? Kim biliyor? Bu ölümün tanığı kim?” diye soruyor.

Siz de ölen taşlardan yükselen bu çığlığı duyun istedim. Hatta gözünüzden kaçmasın diye duvardaki grafittiyi büyütüp, çerçevenin bir de sağ alt köşesine yerleştirdim.

Çünkü hiçbir hayat gözden kaçacak kadar değersiz değildir.

Artık hepiniz, bu grafitiyi gördüğünüz andan itibaren şüphe duyduğunuz için şüpheli bir ölümün tanığısınız.

Binayı bırakın, Abdurrahman Sözen’e bakın!

%d blogcu bunu beğendi: